Sunday 29 December 2013

Ben 13 Uğursuz Rakam Demiştim

Öyle çok batıl inancı olan bir insan değilim açıkcası.. Var batıl inançlarım ama varla yok gibi ama gel gelelim ben bu sene 13 rakamının uğursuzluğuna inandım.. Eskiden her yeni yıla girerken içimi bir hüzün kaplıyordu, 'Bak işte yine bir senenin sonuna geldik..' gibi düşünceler kaplıyordu aklımı.. Sonlardan da nefret ediyorum ya orası başlı başına ayrı bir mesele zaten.. 

Yeni bir başlangıç her zaman iyidir ama geçmiş senelerde hiç öyle düşünmüyordum, alışık olduğumuza devam etmek daha kolayıma geliyordu.. Yıl dediğin bir sayıdan ibaret zaten ama bütün bir yıl hayatının en güzel günlerini yaşadıktan sonra sanki yeni bir yıla girerken büyüsü bozulacakmış sanki herşey bitecekmiş gibi geliyor bana.. Gel gelelim 2013 bana ne getirdi? Tecrübe olarak evet çok şey, zaten buda insan oğlunun bir savunma mekanizması, kötü bir şey yaşadık olsun tecrübe oldu, böyle kendini avutmada inanılmaz ezik bir şey.. Pişmanlık yok, sadece tecrübe var.. Bak bak laflara bak.. Tesellinin dibi, gerçeklikten uzak, kendini rahatlatma kafası resmen.. Ne güzel kafalar.. 

Her neyse, onun dışında ben 2013'te duygularım olduğunu keşfettim.. Ben hissedebiliyormuşum meğersem! Acıyı da, üzüntüyü de, sevinci de.. Hissedebiliyorum! Kendimi az biraz Grinch'e benzediyorum o da hiç bir şey hissetmiyordu filmin sonunda "Help me!! I'm feeling!" Diye bağırıyordu! Aynı ben, nolduysa bu sene insanlık düğmemi açtım ve hissetmeye başladım.. Hissetmeye başlayınca mı bu kadar üzüldüm? Yoksa gerçekten üzülmem gereken konular vardı diye mü üzüldüm orası tartışılır.. Ama artık bir adet kalas değilim, sevinsem mi? Üzülsem mi? Bilemedim.. Hiç bir şey hissetmeyip normal hayatına devam etmek en acısızı.. Ama gel gelelim böyle de insan olunmuyor.. Belki hislerim benim her zaman açıktı ve ben görmüyordum önümde olanları.. İnkar mekanizmam hep devredeydi belki de.. Belki si çok bu işin.. Güzel şeylerde olmadı değil bu 2013'te çok güzel şeylerde oldu, oluyorda, şu anda olmaya da çalışıyor.. Bazı mutluluk verici şeyler ise yeni pişmeye başlıyor ve belkide bütün 2014'de yenmeye hazırlanıyor.. Mezun olmaya adım adım gidiyorum mesela, bitirdikten sonra beni yep yeni bir hayat bekliyor.. Mutluyum ben bu yeni yılın gelmesinden, yeni şeyleri özledim açıkçası.. Tertemiz bir sayfa açmayı, yep yeni bir hayat'a başlamayı sabırsızlıkla bekliyorum.. 

Bakalım bakalım.. Bu 2014'te güzel şeyler olacak gibi.. Def edelim bu 2013'ü hemen şimdi, son bir kaç günün aramızda laf'ı olmaz ne de olsa. 

Saturday 14 December 2013

Bebeğim 1 Yaşında!

Evet.. Ben bu blog'u açalı tam 1 sene olmuş! İnanılır gibi değil.. Daha geçen gün açmış gibi hissediyorum daha doğrusu hem öyle hemde sanki hep böyle 10 senedir varmış gibi hissediyorum.. Deeğişik bir durum, benim parçam, benim düşüncelerim, benim herşeyim gibi bu blog.. Benim bebeğim, benim yavrum, zaman geçtikçe değişen, büyüyen ve hep benim bebeğim olarak kalacağı gerçeği bambaşka bir duygu.. 

Şimdi napsam bunu nasıl kutlasam? İpad'imin önüne bir adet mum koyup üflemiş gibi mi yapayım? Nasıl kutlayım? Bir blog'un birinci senesi nasıl kutlanır? Tabii ki yine benim lafazanlıklarımla kutlanır. Doğum günü dediğin doğum günü sahibi ile ilişkin olmalıdır, tabii ki böyle bir şey de yazı yazarak kutlanır. 

Lafı daha fazla gevelemeden, 

Sanırım hayatımda ilk defa bu kadar hiç yoktan var ettiğim bir şeyden bu kadar gurur duyuyorum.. Yani tabii ki hayatımda gurur duyduğum bir sürü olay var ama bu başka.. Şu ana kadar beni en çok tatmin eden başarım (?) veya hobim olduğu aşikar..

Bu blog belkide böyle olmayacaktı.. Belkide hiç büyümeyecekti.. Bana bu yazılarım bir sürü yol açtı.. Hiç aklımın ucundan bile geçmezken ansızın köşe yazarlığı teklifi geldi, bazıları ise yazılarımdan dolayı benimle arkadaş olmak istedi.. İnsanlarla aynı düşünceleri paylaştığımı görmek, yalnız olmadığımı görmek ve hep desteklendiğimi görmek zaten beni daha fazla yazmaya daha fazla üretken olmaya itiyor.. Beni destekleyenler sayesinde blog'um şu anda bu 1. Yaşını kutluyor ha bir de benim inadım da buna sebep olmuş olabilir ama neyse.. 

Öyle bir konuştum sanki çok büyük yazarmışım gibi, yok değilim, siz Facebook'ta durum güncelliyorsunuz ama ben çenemi hiç kapalı tutamadığım için tek bir durum güncellemesi yeterli olmadığı için nefretimi buraya kusuyorum, ya da güzellikleri, kısaca siz "bugün çok mutluyum.." Yazarken ben o üç kelimeyi 1 sayfa'ya sığdırıyorum, hep boş boğazlıktan, çok konuşmamdan bunlar..

Neyse, beni destekleyen, hiç tanımadığım insanların güzel mesajları, bazılarının sövme mesajları.. Seven sevmeyen herkese çok teşekkür etmek istiyorum.. 

Beni sizler yarattınız. Klişe ama yerinde bir söz, etrafımda kimsecikler olmasaydı yazacak tek bir şey bile bulamazdım. 

Minnettarım..

Belki bir vakitten sonra ekmek teknem olur bu blog, sizde benim işçi kesimim olursunuz. Söz vallaha komisyon vereceğim. Bizde bedavacılık yok. 

Saturday 30 November 2013

Prag'da Bir Gece

Kızın doğum günü yaklaşıyordu, uzaktaydı. Hiçbirşey yolunda gitmediğinden olsa gerek, ilk kez yaptıkları yerine yapmadıklarını düşündü...

Hayali dünyayı gezmekti, ama hiç tek başına yolculuk yapmamıştı..

Gidecek daha egzotik yerler hep bulunduğundan, neredeyse hiç avrupa ülkesi görmemişti...

Kalabalığın içinde hiç yalnız değil de tek başına olmamıştı..

Nedenini bilmeden bir bilet aldı.

Doğum gününde gidiyordu, Prag’a..  hayat da daha kötüye gidiyordu.. Doğum gününde eve gelmek yerine, başını alıp başka bir yere gideceğini duyunca annesi bile küsmüştü. Babasını özledi, ama o, konuşmuyordu o ara, hastaydı önce babası, ama artık hasta değildi en azından..

Gerçek sadece 3 dostu vardı, ve sadece biri ona git dedi.

Nedenini bilmeden gitti.

Doğum gününün başlamasına 1 saat kala, saat Prag’da 11’i gösteriyordu ve o, tek başınaydı. Neden geldiğini düşündü. Bilmiyordu. Neden orayı sectiğini, saat 12’de ne yapıyor olacağını, annesinin aramadığını, yine de yalnız hissetmiyor gibi olduğunu, ne yapmak istediğini, ne yapmak istemediğini… bir sürü şey düşündü. Meydanda bir heykel gibi dikilirken, sonunda düşünmeyi bıraktı.

Doğum günü’nü bir otel odasında tek başına geçirmemesi gerektiğini düşündü.
 
Meydanın arka sokağına yürüdü, bir jazz kulübü vardı. Girdi.

Konserin olduğu oda onun bekar odasından bile küçüktü, sende katı ise o odadan daha da küçüktü. Sahnenin önünde başlayan masaların hepsi doluydu, her yer müzik ve insan doluydu. İnsanlar başlarını kapıdan içeriye doğru uzatıp geri dönüyorlardı, oturacak yer yoktu, o’da döndü ama gidemedi. Çıkıp bardan bir şişe şarap aldı. Gidecek yeri yoktu, oturacak sandalye yoktu ama sahnenin onunden sende katına çıkan merdiven vardi.

Merdivenin basamakları… basamaklarda müzik vardı. Müzik çağırdı, kız oturdu. Saatini ve telefonunu çıkardı, çantasına koydu, çantayı merdivenin en alt basamağına yerleştirdi. Saat 12’de ne olacağının önemi yoktu, kız “hangi şarkı çalar acaba?” diye düşündü.

Müzisyenlerle gözgöze geldi, gülümsediler, selamladılar onu..

“Galiba yalnız değilim..”


Gelip geçenler, merdivenden inip çıkanlar da selamladılar kızı.. Gülümsedi kız, yalnız değildi galiba..

“Hem kimse olmasa da babam var zaten, artık hasta değil, benimle her yere gelebilir..”

Gelmiş miydi acaba? Müzisyenlerden biri gülümsedi, kız düşünmekten vazgeçti.

Zaman geçti, Müzik geçti.. Bilmediği bir şarkının sonuna gelirken grubun solisti sahneden indi, elinde armonikasıyla merdivenlerin önünde diz çöktü. Kızın gözlerine bakıyordu. Final solosunu çaldı. Kız gülümsedi. Kadehini kaldırdı. Adam selam verdikten sonra ona sahneye göndü.

 Mikrofona eğildi, “It’s just passed the midnight”. 

Kızın sarhoş zihninde şimşekler!
Neden geldiğini bilmediği, dilini bilmediği ülkeyi , adını bilmediği barını, hiç tanımadığı insanları.. evden kilometrelerce uzak.

Saat 12’den, yeni yaşından ve kendinden umudunu kesmişken, hayatında ilk kez gördüğü bir adam, yaptığı jest ve çaldığı soloyla farkında bile olmadan, doğum gününü kutlamış, müziğini ve umudunu ona hediye etmişti. Olabilir miydi?

Adam konuşmaya devam etti. “It’s just passed the midnight and now it’s the best time for Ray Charles.” Jazz sevmeyen babasının itiraz etmediği tek adam..

Sonrası şarabın uyuşturduğu yüzünden akan iki damla yaş.. baterist ağladığını ondan önce farketti. Kız gülümsedi. Babası gelmişti..

Kızın annesiz, ailesiz, pastasız, mumsuz, ve arkadaşsız doğum günü partisi devam etti. Davetliler neyi kutladıklarının farkında değillerdi, müzik dökülüyordu her yerden , umut ve bir garip enerji… Alkol’ün de etkisiyle olsa gerek herkes birbirine gülümserken, kız şarkı söylerken, önemi de yoktu zaten.

Bitiyordu artik parti. Solist orkestrayi tanıttı, mikrofonu alıp sahneden indi. Merdivenlerin önündeydi. Şarki söylüyordu. Kıza baktı, o doğum günü hediyesini vereli cok olmuştu, artık elinde armonikasi da yoktu ve adam, yine farkinda olmadan, bu kez kızın kendi kendine vereceği doğum günü hediyesini bekliyordu.

Kız ayağa kalktı. Merdivenlerden aşağı indi. Şarkıyı birlikte bitirdiler. Ve biterken hayatının en güzel partisi, o küçücük oda ona bir yanıt verdi. Kız artık gidebilirdi, çünkü neden geldiğini biliyordu.

Müzisyenlerin yanına gidip teşekkür etmeyi düşünürken, onlar kızın yanına geldiler. Sohbet ettiler, kız sadece, “Teşekkür ederim ,aldığım en güzel doğum günü hediyesiydi” diyebildi.

“Yarın yine gel” dedi müzisyenlerden biri. “Gelemem, yakalamam gereken bir uçak var.” Adam, “Yakalayabileceğin bir sürü uçak var, kal” dedi. Kız “Ama gitmem gerekiyor” dedi. Tekrar teşekkür edip çıktı.

3 dostundan biri aradı sonra, o saatte. Kız anlattı. Adamlar neye sebep olduklarını bile bilmiyordu.  Dostu dedi ki “onlara bir mektup yaz”.

Kız yazdı.

“You have no idea what you had done..” diye başlıyordu. Kız hepsini anlattı. Sonuna adını yazmadı ama, adını bilmiyorlardı.

 “Merdivenlerde oturan kız” diye yazdı. Mektubunu zarfa koyup kulübün kapısına gitti. Grubun adını kapıya asılı programdan o zaman öğrendi. Isimdi işte. Zarfa yazıp kapının kenarına sıkıştırdı. Uçağı yakalaması gerektiği için değil, bütün cevaplarını onlar akşam verdikleri için gidiyordu. Yolculuk bitmişti. Şimdi eve gidip hikayeyi 3. Dosta anlatma zamanıydı.

Havaalanına giderken düşündü, “Acaba zarfı bulurlar mı?”..

Önemi yoktu.

Cevaplarını almıştı..

Ve Bazen..

Bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın başka bir ucunda fırtınalar koparırdı..


Wednesday 20 November 2013

21. Yüzyıl Mağdurları

Dün akşam oturdum hiçbir işim yokmuş gibi yine hayatta olan herşeyi sorgulamaya başladım. Yaşama sebebimiz ne? Evrende yalnızmıyız gibi derin konuları geçtikten sonra başıma balyozla vurulmuşa döndüm ansızın. "Lann 6 ay sonra 'kısmetse' mezunsun, ne evreni, ne yaşama sebebi?!" Diyerekten küt diye gerçek yine kendini gösterdi. Hadi bakalım, ee mezunsun yani? Sonrası? Bitti aferin üniversite mezunusunda artık herkes öyle, yani bir farkın yok aynısın sende. 

Öyle bir meslek ki benimkide bitirirkenden kendi büronu açmak veya iş hayatına atılmak gibi bir lüksün yok.. Staj yapacaksın, kendini kanıtlayacaksın, staj süren dolacak tabi bu süre zarfında üniversite mezunu olup hala stajyer maaşıyla geçineceksin, kimse sana avukat gibi bakmayacak, besin zincirinin en altındaki yani fotokopi makinesinin en yakın dostu olacaksın. Sonrasında bi de baro sınavın var tabi, üniversite bitti o kadar sene kitaplarla ilişkiye girmen yetmezmiş gibi yine sınav, ha bi de bu sınavı geçemezsen avukat'da olamıyorsun. Bak bak, sen o kadar çalış didin yine sınav yine zorluk. 

E hadi bunuda geçirdin en büyük avukatlarda bu yollardan geçti diyelim demesine de onların zamanında üniversite bitirmek çok zor, önemli ve saygı duyulan bir olaydı. Şimdilerde ise herkes üniversite mezunu. Eskiden bizimki avukat olacak deyince "aaaa oooo uuuu woooow" tarzı söylenirken şimdi bizim kız da işte hukuk okuyor dendiğinde "ohoo avukat doldu taştı memleket başka bir şey ne okumadın? Aile işi hal hazırda duruyor onu okusaydın ya."  Bak bak 15 senede değişen işe bak, 15 sene önce ilah olan meslek şimdilerde aman buda avukat diye eleştirile biliyor. Napalım atom'mu parçalayalım? Cern'de deneyleremi girelim ne yani? Te allam. Kendi mesleğimi geçtim hadi neyse diğer meslekler? İnsan üniversite'den mezun olunca işe girmek istiyor haliyle, işe başvuruyor tecrübesiz eleman istemiyoruz diyorlar. E bu çocuk işe girmeden nasıl tecrübe edinsin? Sen almazsan o almazsa nolacak? Uyduylamı tecrübe edinecek? Evren'den mi gelecek bu tecrübe? 21. Yüzyıl mağdurlarıyız resmen, mağduruz okusak olmaz okumasak olmaz. Okumak kolay, iş bulmak zor. Ne üniversite mezunları hala işsiz, eskiden olsa zordu okumak zor olmasınada sonrasında yolu açıktı insanların, şimdi kendi şirketini kursan 1000lerce rekabet ettiğin insan ve şirket var. Özellikle insanlar ile rekabet, sınıf arkadaşlarınla rekabet en kötüsüde. 

Sıkıştım kaldım, çözüm yolu bulamıyorum. Napsam bilemedim. Ne yapsak olmaz..Tecrübe için işe, iş için tecrübe'ye ihtiyacımız var. Panikledim doğrusu! Çok panikledim hemde!! Şunun şurasında ne kalmış bitirmeye? Hala tam olarak ne yapmak istediğimizden emin değiliz, bir sürü seçenek var, bir sürü düşünce. Burda bir işe girip mi dönsek memlekete, yoksa direk mi dönsek, yoksa dönmesekmi? Napak ölekmi artık? 
Her şey güzel, her şey gelişti gelişmesinede böyle 21. Yüzyıl'a ben çomak sokayım. İşsiziz, geleceğimiz belirsiz, memleket desen başlı başına bir dert. 

Gerildim ya, vallaha gerildim. 

Neyse işin iyi tarafından bakalım.. En azından 21 yaşımda elimde "çakma avukat" diplomam ile mezun olacağım.. Yani bu da demektir ki köpek gibi çalışıp bir yerlere gelmek için önümde epeyi bir zaman olacak. 
Ehh.. Hayırlısı be gülüm. 

Monday 4 November 2013

Alışır İnsan

Uzak kalmaya, yeni bir arkadaşa, eski arkadaşların yokluğuna, yeni sevgiliye, eski sevgilinin terkedişine, kalbini kırmasına, yokluğuna, yeni bir şehre, alışkınlıkları bırakmaya..Alışır insan herşeye zamanla.. Ne olduğu önemli değil. Alışır alışmasına da nasıl alıştığı önemlidir asıl olan. Buz keserek mi, tepkisiz bir robota dönüşerek mi? Yoksa affederek mi? Ya da yeni şeyleri benimseyerek hayatına devam ederek mi? Kendininde alıştığını sanıp yanılırsa peki?

 Bir gülüş, bir koku, bir mesaj herhangi bir şey gömülü olan eski alışkınlıkları yeryüzüne çıkarmaya yetiyorken neyin alışmasından bahsediyoruz. Bilinçaltı diyoruz, ya da içimizde tuttuğumuz başkalarına yalan söylediğimiz yüzündenmi bu hesapta "alışkanlık" diye tabir ettiğimiz şey ansızın ortaya çıkıyor. Terk edip gitmek kolay alışkanlık kalır sadece geriye ve bir tek o koyar diyordu bir şarkıda. O alışkanlığı da atmak için başka bir alışkanlık edinmek istiyor insan, o kafadaki birini unutmak için başka biri çıkmalı karşına. Yol geçen hanı gibi de olmuyor ki bu iş, ölçüp tartmak lazım, gramı gramına, hamuru iyi yoğurulmuşmu, efendi düzgünmü, yakışıklı mı? kültürlümü? Bunlar boş laflar tabi, hiç bir şekilde gramı gramına ölçüp tartmıyoruz, yediğimin kalbi birşey anlamıyor ki, beyin desen o vakit işlemiyor, gözün desen 9.25 derece oluyor ve puslu görmeye başlıyorsun. Düzgün kararlar veremiyor ve normalde herşeye mantık ile bakan kafan o saat 2+2 yi 8 diyecek şekilde gerizekalılaşıyor. Sonra bir anda uyanıveriyorsun, böyle suratına sanki bir beyzbol sopasıyla vurulmuş gibi bir dumur olursun. Yok artık ben bunamı vurulmuşum? Amma ahmakmışım be! diye. Yaa hanım kızım diyor içindeki gömülmüş ego, herkesi eleştirirken iyiydi al sana hakettin bunu. O değil böyle bir herif senin kalbini kırmış bi de onu yediremezsin gururuna. Ha bide ansızın arkadan gurur denen bok çıkar tabi geçen aylarda varlığını kaybetmiş mal şey. Sonra bitirir devam edersin, yeni insanlarla tanışmaya başlarsın. Alışırsın onunda yokluğuna, alışırsın yeni arkadaşlarına. Yeniden sevmek kolay nasıl olsa ama başından başlamak gerekir herşeye ve bir tek o yorar. 

Ama alışırsın be kardeşim, yorulmayada alışırsın, herşeye yeniden başlamayada. Yap boz gibi olur bir yerden sonra, zamanla 4 parçadan 2000 parçalıya geçersin, biri biter kısa sürede diğeri uzun sürede, zamanla çoğalır bunlar. Alışırsın ama, hepsi senin eserin olarak kalır, en sonunda daha fazlasını bulamadığında o yap bozun ve en güzelini bulduğunda bitirirsin işte o yap bozla işini. 

Ne zaman olur, ne zaman biter orası meçhul. Daha var... Daha çok yapbozlar olacak, daha çok hatalar olacak, daha çok alışacağın şeyler olacak.

Her kötü şey olduğunda, her yeni bir şey olduğunda, birşey bittiğinde veya başladığında yokluğunda vuracaksın kendi kendinin sırtına bunada alışırsın diyeceksin. 

Sıvazlaycaksın kendi kendinin sırtını.

Herşey oluruna varır bırak olsun diyeceksin.. en kötü günde sona varır bırak varsın diyeceksin..


Saturday 26 October 2013

Büyümek..

Dün çok kötü bir haber almıştım, çok sevdiğim bir insan hayatını kaybetmişti. Içimde tarifi olmayan bir boşluk, göğsümün üstünde bir ağırlık ve durmayan gözyaşlarım var.. Acımı en iyi nasıl geçiririm diye düşünürken, en iyisi yazmakla geçer diye düşündüm..

Söz uçar yazı kalır sonuçta.. Bu yazı’da onu ne kadar sevdiğimi ve unutmadığımı ve bu yazı yaşadıkça onunda varlığı bende yaşayacağı anlamına geliyor gibi oldu benim için..
Dediğim gibi.. Yazı yazmak konuşmaktan daha iyi geliyor bana şu anda.. Konuşamadığım için ağlasam’da klavyem benim yerime sözcükleri döküyor..

Yazı yazarak onurlandırmak istedim O’nu..

Bebekliğimden beridir göz kulak olan ve bir kan bağım olmasa bile kendi çocuğu olmasan bile bana ve ailemdeki herkese anne şevkati gösteren, karşılık beklemeyen adeta yer yüzünde kanatsız bir melek olan insan.. Dua’ları ile bizi her zaman koruyan şimdi bile yanımda hissettiğim insan şu anda cennet’te yerini almış oluyor..
İnsan’a koyuyor ama.. Üzülüyorum..

Doğduğumdan beridir hayatımın hep içinde olan ve sevgisinin asla azalmadığı adeta gün geçtikçe büyüdüğü, herkesi sevmek için kocaman bir kalbi olan tek tük insanlardandı..

Her ziyaret ettiğimde hep küçüklük anılarımı anlatırdı.. Hep hikayeler anlatırdı.. Yeğenlerimle birlikte saçlarına tokalar takardık, tırnaklarını, boyardık ne kadar şaklabanlık varsa üstünde yapmamıza izin verirdi..

Ben ilk defa dün büyüdüğümü anladım.. Biz büyüyünce diğer insanlarda büyüyor tabii..Onlarda yaşlanıyor bizim gibi, hepimiz bu dünya’dan elbet bir gün göç edeceğiz ama yakınımızı kaybetmek herşeyden çok koyuyor insana, tarif edilemeyen bir duygu bu..

Büyüyünce çocuk gibi anlamamazlıktan gelemiyor insan, olgun olmak zorunda, güçlü olmak zorunda, çocuk değilsin artık, ağlamamalısın, duygularını belli etmemelisin belki de..

Hayatın tek iki gerçeği vardır.. Doğum ve Ölüm.

Büyüdükçe bunları daha iyi kavrıyor insan, daha fazla anlıyor, ve anladıkça da çocuk gibi anlamamazlıktan gelemiyor..

Büyümek güzel dediler, büyümek çirkinmiş, biz büyüdükçe sevdiklerimizi teker teker kaybetmekmiş..

Tuesday 22 October 2013

Ben Bali’ye Yerleşiyorum

Bende bir takıntı var, bir filmi bir defa izlemekle kalmıyorum hiç bir zaman. Daha önceden izlediğim bütün filmleri tekrar tekrar izleyebilecek bir insanım. Neden bilmiyorum. Çokta keyif alıyorum. Anormal bir özelliğim daha işte.

“Eat, Pray, Love” filmini izledim biraz önce. Tekrardan. Kadın gitmek istediği şehirlere gidiyor, kilosunu düşünmeden yemek yiyor, ve aşık oluyor. Aşksız bir filmde yapmasalar olmaz sanki. İlk izlediğim günden beridir Bali’ye gitmek en büyük hayallerimden biriydi. Bugün tekrar izledim ve oraya taşınmaya karar verdim. Ne zaman olduğu meçhul tabi.

Bu ara böyle ismimi kimsenin bilmediği, hiç tanımadığım bir yere gidesim var. Geçmiş hayatım yokmuş gibi davranıp, yeni bir başlangıç yapmak gibi. Ben ne zaman bu filmi izlesem bana birşeyler oluyor. Yine felsefik takılmaya başlayıp, ah hayat şöyle olsaydı böyle olsaydı diye düşünüyorum.

Endonzeya benim ütopya’m oldu artık, bütün gün orda yemek yeyip kilo almıyormuşuz, sonra aşık olup aldatılmıyor veya terkedilmiyormuşuz, yılın her günü güneşlenebiliyormuşuz, herkes dışarıda adeta bir müzikaldeki gibi durmadan dans ediyormuş, arada bir yağmur’da yağıyormuş ama olsun kahvemizi koyup yağmur’un kokusunu içimize çekiyormuşuz. Oda gerek tabi. Para önemini kaybediyormuş, ve moda diye birşey de yokmuş. Herkes otantik giyiniyormuş, kimse kimseyi yargılamıyormuş. Benim kafam’da böyle küçük bir yer oluştu. Tamam az biraz gerçekçi olalım, aşırı yemek yeyip kilo almamak diye birşey söz konusu bile değil.

Ben oraya yerleşiyorum ya.

Ama önce bitirmem gereken bir okul, bakmam gereken bir hayat’ım var.

Belki 20 yıl sonra, emekliye ayrılıp felsefik akımlara kendimi bırakmaya karar verince yerleşirim.

Endonezya’lı bir koca bulur, bütün gün yer, şişmanlar ve yuvarlanıp gideriz işte.


Ya da ona benzer birşey. 

Thursday 17 October 2013

Sabah'a Pişman Olacağım Yazı

Yazmayı bıraktım. Düşünmeyi bıraktım. Seni bıraktım. Müziği açtım. Radikal kararlar aldım. Pek memnun olmadım bu kararlardan. Arka fonumda Scorpions çalıyor yine, benim yalnız gecelerimin bekçi'si. Yarın sabah'a pişman olacağım yazı bu yazı. Kız arkadaşlarımın bana kızacağı bir yazı bu. Boş bir yazı aslında, karalama tahta'm olacak bu akşam bu blog. Aynı benim gibi. Hayatım gibi. Hep yanlışlarla, hep yanlış insanların isimleriyle dolu. Bir isim yerleşiyor benim tahtama bakıyorum o isim o tahtada yer almaması gerekiyormuş, karalıyorum en kalın keçeli kalemlerimle. Tekrar, tekrar, ve tekrar... 

Artık yer kalmadı benim karalama tahtam'da, hep karaböcü gibi karmakarışık, gelip temizleyip keşke tekrar eskisi haline getirse biri bana bu tahta'mı.. Silse bütün geçmişimi, silse hayatıma girip sıçıp beleyen insanları, belleğimden atsa hepsini.. Elimden tutsa..

Bir resim görüyorum ve midem yanmaya başlıyor, öyle bir acıyor ki ağlasam olmaz ağlamasam olmaz.. Ağlamak bana ağır geliyor, ağlamamak ise daha beter acıtıyor. Doktor'a gitsem diyorum, saçmalama diyorum, başlıyorum ağlamaya.. Ağladıkça acısı azalır gibi geliyor ama geçmiyor. Midedeki yanma  boğazımdaki bir yumru'ya bırakıyor yerini. Söyleyemediklerim, sövmelerim, veremediğim belalar, hepsi boğazımda tıkanıp kalıyor. Bir çözüm bulsunlar mide ağrısı gelip geçer de o yumru'yu götürebilecek bir ilaç yapsınlar. Bu mide yanmasını'da geçirecek bir ilaç bulsunlar.. 

Saat olmuş sabah'ın 3'ü .. Hiç bir insan bu saat'te mantıklı konuşmaz. Ben konuşmuyorum zaten, duygularım konuşuyor şu anda, her insan'a ansızın gece nüfuz eden iğrenç bir mikrop gibi, açılıyorum bende.. Başlıyor duygularım konuşmaya.. Açıldığıma açılacağımada lanet ediyorum. 

Ben böyle duygusal bir kız değildim.. Ne zaman kaya gibi olmaktan bir marshmallow'a dönüştüm ki ben? 

Sorgulamayı bıraktım artık, sabah'a pişman olacağım yazı bu zaten..

 Söz sizde Scorpions "Always somewhere miss you where I've been..."

Monday 30 September 2013

Cafe'deki Kız

Kız yalnız başına oturuyor bir cafe'de. Yanında Iced Americano'su önünde elinden düşüremediği yeni kitabı. Peki bu kız neden yalnız başına bu cafe'ye gelmişti? Neden evde okumamıştı kitabını? Pekala kahvesini de evde yapabilirdi madem yalnızlıktı istediği evden daha güzel bir yer varmıydı? Yoktu.. Ama bunalmıştı.. Nerden bunaldığını bilemeden? Nereye gittiğini bilemeden dışarı çıktı.. Yalnız başına, sürdü arabayı nereye gittiğini bilmeden kendini bir cafe'de buldu. Tanıdıklarına seslendi, kahvesini aldı ve oturdu.. Uzaktan izlemeye başladım kızı.. Benimle birlikte o cafe'de oturan 50 kişi ile birlikte.. Okuyordu, müzik dinliyordu.. Karşısında boş bir sandalye.. Devamlı o sandalye'ye takılıyordu gözü.. Kimi bekliyordu? Belkide biten yaz'ı düşünüyordu, geçirdiği bu 3 ayın ona neler getirdiğini. Bu yaz çok farklı ve güzel geçecek diye düşünüyordu.. Kafasındaki konuşma baloncuklarını okuyordum uzaktan..

"Yine farklı geçmedi, yine umut ettiklerim boşa çıktı.. Hani çok güzel şeyler olacaktı? Olmadı işte, yine yalnız başıma oturuyorum burda, önümdeki kızlar belli ki yarın yurtdışına çıkacaklardı ve arkalarında bırakacakları sevgililerini konuşuyorlardı.. Kafalarında bin bir türlü soru? Yapabilecekmiyiz? Uzun mesafe ilişkisi çok zor ama eğitimimiz bizim için daha önemli bir kenara atamayız.. Dayanabilecekmiyiz acaba onlardan uzak olmaya?" Kız düşünüyor.. "İnsan ailesinden uzak kalıyor onlarsız yaşayabiliyorda hayatlarına son 2 ayda giren bir adamın yokluğunamı dayanamayacaklar?" "Adam" diyor kız... "Ne değişik bir kelime.. Yakışanada yakışmayanada adam diyebiliyoruz.. Tek tüke insana adam demeliyiz.. Erkek çok diyor ama adam yok.." 

Kızlar dırdırlarına devam ediyor.. Kız yine düşüncelerine dönüyor.. Okuduğu kitap'taki cümleleri kendi ile bağdaştırarak.. "Bile bile lades oldum diyor kız.. Bilinmedik bir şeye doğru gittim.. Olmayacağını bile bile kapıldım yine gittim olmayan bir adam'ın aşk'ına..Kendi hayallerim kendi kendimi boğdu.. Kendi başıma kurduğum bütün kurgular gelip bana musallat oldu. Beni gerçeklikten uzaklaştırdı, şizofreniye yaklaştırdı.." Dönüp yine her dakika başı olduğu gibi telefonuna baktı.. Gelmeyeceğini bildiği mesajı bekliyordu.. Her gece yattığında "Bu gece olmazsa yarın gelecek o mesaj.." diye kendini avuttu. 

Kahve'sinin son yudumunu alarak çantasını alıp kendi yoluna koyuldu.. Giderken banada gülümsemeyi ihmal etmedi, sanki orda benimle dertleşmiş gibi sanki bütün düşüncelerini okuduğumu bildiğini göstermiş gibi.. Kız giderken aklım takıldı, bu kızın düşüncelerini ben nasıl okudum? Belkide sadece bir yansımaydı gördüğüm kızda.. Belkide sadece kız bu akşam ne yapacağını düşünüyordu? Belkide telefonuna bakmasının sebebi bir yere yetişecek olmasıydı.. Hayali sohbet ettiğim arkadaşım gitmişti ben de önümdeki arkadaşıma dönüp normal hayatıma devam etmiştim.. Garipti doğrusu olan.. Yada tümden ben kafayı yemiştim. 

Monday 2 September 2013

Yine Aylardan Eylül, Gel Benide Güldür!

Ha yaz geldiydi, ha geliyordu, ha geldi, hoppa Summer 2013 facebook albümleri, #sea #sun #arkadaslarla #keyif #ehuehuehu diye instagram'daki haşşştaglar derken.. Eylül'e geldik..

Bu Eylül'de yılın Pazartesisi gibi. Öyle çirkin, öyle gereksiz.
Ya ben bu yaz ne ara geldi, ne ara bitti anlamış değilim. Daha dün sınavlara hazırlanıyor aman yaz gelsede coşsak patlasak vuhuuu diyorduk, noldu? Bi bok olmadı. Yine yan gelip yattık, yine sıcaklardan pestilimiz çıktı, yine klimalara maruz kaldık..

Olmamış ya, bu yaz olmamış, yapamamışlar, geri sarıp baştan yaşamamız gerek bu yazı. Evren bize şaka yapıyor heralde, çünkü kış'ta kıçımız donarken zamanın çok yavaş geçmesi ve yazda onun aksine daha hızlı geçmesi, mantığıma sığmıyor. Koskoca 3 ay geçmiş! 3!!!! 

3 ay'dan önce arabada dinlenmesi için playlistler hazırlandı, macklemore olsun watch out for this olsun hepsi yerini aldı. Araba'da vine'lar çekildi. Watch out for this şarkısı benim için adeta bir Danza Kuduro oldu ama gel gör ki o şarkıda çılgınca coşabildimmi? Hayır. Peki neden? Bilmiyorum. Halbuki daha çılgınlar gibi eğlenmem gerekiyordu benim. Ne bileyim, daha bir sürü şey olması gerekiyordu. Komiklikler, şakalar. Bunalımdayım ben ya, bana çok koydu bu Eylül. Eylülmüş.. Bu saatten sonra eğlenilmez zaten, yaz değil birşey değil, siz hiç birini duydunuzmu "Abi geçen Eylül ne eğlendik!" diye? Yok ben duymadım varsa yoksa "geçen yaz nasıl eğlendim ne sen sor ne ben söyleyeyim!" Var. Eylül'de okul açılır, işler başlar, yazın enerjisi gider. 

Hoş gezdik gezmesine de.. Ama yine ne yaptık, nerelere gittik, sorsanız söyleyemem.. Aldığım elbiselerin yarısı bile dolapta duruyor, halbuki her gün birini giysem yeterdi. Ben dinlenemedim bile, öyle kafam rahat denize gidip kitabımı bile okuyamadım. Bir arkadaşımında dediği gibi sarcasm içeren bir cümle de iyi gider bu söylediğimin üstüne.. "What a tragic life you have?!?" he canım he.. aynen o. Bize rahat batmış onu dile getiremiyorum, bütün yaz yan gelip yattıktan sonra okulların açılmasına iki vakit kala kafama dank ettiğinden bunlar.. bide sonbahar'ın gelmesinden. Bahar'ın sonumu olurmuş? Yazın sonu mu olurmuş? Olmaması lazım. her güzel şey bitmemeli, güzelim güneş, hiç esmeyen havanın geçmemesi lazım! Yaprakların dökülmemesi lazım, hala deniz'de cildimiz 87 yaşındaki gibi buruş buruş olana kadar çıkmamalıyız! Tenimizdeki tuz'dan bu kadar çabuk kurtulmamalıyız.

 İmza kampanyası falan mı düzenlesek? Bitmesin bu yaz! Biz daha içip içip dağıtacaktık, biri ölesiye sarhoş olup, düşüp, bütün bir hafta ona gülecektik. Bide aşık olacaktık. Sadece 3 aylığına, bugünde bitirecektik o aşkı. Malum yaz aşkı dediğin yazda olur. Olmadı, yine planlar suya düştü, napsak bilemedim. .

Belki bu Eylül güzel geçer be, belki güzel sürprizleri vardır.. Ne de olsa daha okulun açılmasına 1 aydan fazla var.. 

Umut etmekdende Pollyanna'dan beter oldum..

Niye böyle oldu yaz? Niye bu kadar çabuk geçip gittin? 

Olmadı.. Sevmedik bu hareketini.. Haberin olsun.

Thursday 22 August 2013

1 Saat..

İnsan’ın hayatında dönüm noktaları oluyordur mutlaka, ya da dönüm noktası olduğunu sandığı zamanlar oluyordur.. Küçük bir olay gelir başına, minik bir yürek hoplaması, ya da daha büyük bir şey.. Olan bu olaylardan sonra insan kendine göre radikal kararlar almaya başlıyor, şunu böyle yapmayacağım ya da bunu böyle yapacağım diye.. İnsanına göre değişiyor böyle şeyler..

Benimde bugün başına böyle bir olay geldi, küçük bir olay, 1 saat içinde yaşadığım stres ve kötü bir habere kendini alıştırma gibi birşey. Hayatın üstümden tır gibi geçtiğini düşündüğüm, hiç bir işimin rast gitmemesi, sanki bütün olaylar beni bulurmuş gibi bir durum içerisinde..

Bir arkadaşım ile hastahane’ye gittik, vicudunda topak çıkmış ona baktırmaya gitti.. Yalnız kalmasın diye bende yanında gittim.. Önemli bir şey olmadığını düşünüyorduk, öyle olmak zorundaydı kötü bir şey hiç bir zaman insanın kendi başına veya yakının başına gelmediğini düşünüyor ne de olsa.. Bize bir şey olmaz diye düşünüyorduk.. Doktor muayene ettikten sonra, meme kanseri riskine değinerek arkadaşımı bayağı bir gerdi ve hemen bazı tetkikler yapmaları gerektiğini söyledi, Ultrason falan filan derken sonuçlar çıkar ve bir tane yarım akıllı kız gelip iç çeke çeke şöyle der “Ah şey.. Sonuçlarınız çıktı.. Doktor baktı.. Emm artık o size açıklamasını yapacak..” suratı buruşmuş bir şekilde.. O an bizim tansiyonlar yerde, surat bembeyaz baka kalırız.. Ve Doktor’u beklemeye başlarız.. Doktor bizi içeri aldıktan sonra sonuçlara raporlara iç çeke çeke baktığını görünce zaten yerde olaan tansiyonlarımız daha beter yer altına iner.. O an doktor’un yapacağı açıklamayı beklerken ömrümüzden ömür gider.. Ve doktor en sonunda korkulacak bir şey olmadığını söyler.. Ben onu duyar duymaz öncelikle dışardaki yarım akıllı’yı evire çevire dövmeyi düşünür daha sonra boşverip içten bir oh çekip yerde olan tansiyonumu toparlamaya koyulurum..

Hastahane’den çıktıktan sonra arabada giderken ağlamaya başlarım.. Kaç günün üstümde olan stres’i ve bugün yaşadıklarımla adeta hüngür hüngür sanki beni ölesiye dövmüşler gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarım..

Durulduktan sonra ise düşünmeye başladım... Ne kadar boş şeyler için stres yapıyor ve ne kadar saçma sapan olayları kafaya takıyoruz diye.. Herşeyin çözümü basit.. Derslerim kötü gitmiş.. Eee?? Dünya’nın sonu mu? Hayır! O zaman ne bu stres.. Ne bu kendini yıpratma bütün yazı mahvetmek.. ? Neymiş efendim hayat üstümemiş geliyor.. 21 Yaşındasın hayat’ın üstüne gelmesi ne demek.. ? Sen onun üstüne gidiceksin. Sağlıklımıyım? Evet. Elim ayağım tutuyormu? Evet. Sevdiklerim yanımdamı? Evet.. O zaman bütün herşeyi sorgulayıp problem çıkartıp, kendi kendini yıpratmak niye?

Herşeyin cevabı çok basit aslında..

Sınavdanmı kaldın? Çalış ve Geç.
Birinimi özledin? Ara!
İçinde söyleyemediklerinmi var? Söyle!
Mesajmı atmak istiyorsun? At!

Yemişim Ego’sunuda Gururunuda!

Yap gitsin anasını satayım, soran olursada, “Canım öyle istedi!!! Yaptım!” de.. Salla herşeyi..

Sonradan yapmadığın için pişman olmaktansa şimdi yap! Sonucu ne olursa olsun, sen bir şeyi yapmak istediğin için yaptın ve bunda pişman olacak hiç bir bok yok.

Mutlu mu olmak istiyorsun?

Sorgulama, Düşünme ve Canın ne istiyorsa onu yap..


Bundan sonra böyle, ister manyak deyin, ister deli.. Benim canım ne istiyorsa artık o! 

Monday 12 August 2013

Benim Tatlı Melodilerim

"Geçen gün bu yazıyı yazarken kafam çok dağınıktı, yazımı yazıp tekrar okuduğumda ise sanki bir yerden tanıdık bir yazı gibi geldi bana, nerden tanıdık geliyor derken aklıma geldi, çok sevdiğim bir yazar Sevgili Gözde Tezer'in bir yazısının resmen kopyasıymış. Bunu farkedince hemen Gözde Tezer'le iletişime geçtim ve onun yazısının bir cover'ını yapmak için izin aldım. Amman hiç Gözde Tezer okumadıysanız, çok şey kaybediyorsunuz demektir, benim yazımıda burada bırakın ve hemen Gözde Tezer'in sitesine girip bütün yazılarını okuyun! "

Beni tanıyan bütün arkadaşlarım benim hayatı adeta bir müzikal gibi yaşadığımı bilirler. Her zaman kulağımda bir kulaklık, arabamda, çalışırken, her türlü.. Her şarkıya sığdırılabilecek 3500 hayal ve şarkıların bana verdiği hisler. Hiç değişmeyen şarkılarım vardır, bu benim şarkım dediğim, bir melodisinin bile anında beni 8 sene önceye götüreceği.. Bazıları vardır hiç eskimeyen.. 

Guns n Roses - November Rain

Her Kasım durmadan dinlediğim, herşeyin son bulacağını hiç birşeyin sonsuza kadar sürmeyceğini hatırlatıp, kötü şeylerin elbet sona ereceğini hatırlatınca sevindiren, hayatımdaki güzel şeylerin elbet sona ereceğini alttan alttan empoze edip bunalıma sokan, gönlümde taht kuran, ağlatıp yüzüme tebessüm konduran..

Florence and The Machine - Never Let Me Go

İlk dinlediğimde sebebini bilemediğim bir sebepten ötürü ağladığım ve o günden beridir her dinlediğimde istisnasız ağladığım tam içimdeki ağlama düğmesine sonuna kadar basan tek ve yegane şarkı. Hayatında aşk olmayan bir insanın bile içinde sanki aşıkmış ve terk edilmiş gibi bir his uyandıran tam mazoşistler için ideal.. Hep içinde aşık olma isteği uyandıran bir şarkı.. Bu aşk'ta ıslık attığımızda gelse mesela, sıkılıncada bir kemik atar uzaklaştırırdık, köpek mi ki bu aşk? Değil ama kesinlikle köpekliktir. Peşinden sürükler götürür, insanın ağzının içine baktırır, yerde taklalar attırır, bizi terk edip gidincede hep gelecekmiş gibi kapıdan öylece ağlamaklı baktırır. Bak yine dinleyince olmayan şeylerden duygulandım.

Coldplay - Paradise

Bu şarkıyı dinleyip hayatında mutlu olmayan kimse yoktur, bu şarkıyı dinledikten sonra hala mutsuz olan insan ise insan değildir. Hep bir umut hep bir güzellik melodisi içerir, dinlerken sanki kapı açılıp içeriye börtü böcekler ve bahar esintileri güller girecekmiş gibi bir bekleyiş, kumsalda çıplak ayak koşturma hayalleri, kısaca cennet'i hayal etmeleri..

The Fray - You Found Me

"Gel vefasız, gel vicdansız, çağırmazdım acil olmasa!" Tarzı türkçe'ye çevirisini yaptığım, söyleyenine kurban olduğum, "ah be beyaz atlı prensim nerdesin, gel tam zamanı!" diye içimden haykırdığım, elbet bir gün yağmur'un altında arka fon'da bu şarkı çalarken evlilik teklifi alacağıma kendimi alıştırdığım, inadım inat, her dinlediğimde aynı hayali kurduğum ve eğer olurda bir gün aşık olursam sevgilime söyleyceğim tek ve yegane şarkı. 

Don Omar - Danza Kuduro

3 senelik mükemmel ilerleyen bir ilişkimiz var bizim bu şarkıyla. Yukarda bahsettiğim bütün bunalımları tek kalemde silip atmama yarayan tek şarkı. Her çalmaya başladığında suratıma şapşal bir gülümseme yerleştiren, nerde olursam olayım oynamaya başladığım, genel olarak bu şarkı nerde çalarsa arkadaşlarımın aklına benim geldiğim :), kendimle özdeştirdiğim, Don Omar'ın psikoloğum, Danza Kuduro'nun ise çok güçlü yatıştırıcı ve antidepresanım olduğunu kanıtlayan canımın canı şarkım.

Ellie Goulding - Figure 8

Çok yakın sisda diye hitap ettiğim, bir arkadaşımın bana gönderip "Dinle, bayılıcaksın!!" demesiyle vicuduma nüfuz edip, hiç çıkmayan bir şarkı. Öncelikle isminden ötürü beni deli eden, Figure 8, yani sonsuzluk işareti, yani benim kendi vicuduma kazıdığım ve ölene kadar benimle birlikte olacak olan bir sembol'u konu alan şarkı. Öyle bir şarkı ki, melodisi beni benden alıyor, başka diyarlara götürüyor adeta bu kadar zamandır hiç bıkmadan usanmadan dinlediğim, umutsuzca birine aşık olma isteği uyandırıp, bağırıp çağırıp, şarkıyı hayali sevgilime söyleme isteği uyandıran. "Ulan bir gün bu şarkıyı birine elbet söyleyeceğim!" diye şarkıyı arkadaşlarıma anlattığım, ama onların benim bu şarkıda bu kadar neler bulduğumu çözemedikleri gibi şarkıyıda o kadar beğenmemeleride bu şarkıyı sevmeme pek bir engel olmadı.

Ve gelelim tatlı'ya..

Dört x Dört - Arada Bir

Çok fazla bir şey söylememe gerek yok bu şarkı için, dlnleyen anlar herşeyi.. Zaten bu şarkıya özel başka bi yazım var o yüzden fazla uzatmayayım diyorum..

Buda benim değişik bir yönüm, anlam veremediğim, ama sıkıca sarılıp bırakmaycağım değişik bir özelliğim. 

Bu saçmalıklarımı sabırla sonuna kadar okuduğunuz içinde ayrı yeten teşekkürlerimi birer borç bilirim.

Ve son olarak sevgili Gözde Tezer'e de bu yazımı paylaşmama izin verdiği için öpücüklerimi gönderirim.. :) 

Wednesday 17 July 2013

Boğazından, Bebek Sahilinden, Taksiminden Öptüğüm..

Konumuz, her zaman ki gibi İstanbul ve ben. Aman bu da bir İstanbul'a staj'a gitti, gittiği günden beridir yaz yaz bitiremedi diye düşünüyorsanız kızmayın.. Söz.. Vallahi bu son yazı.. 

Yazımın konusu 1 buçuk ay içine sığdırabildiğim up uzun İstanbul'da yaşadığım iş ve olmayan aşk hayatım ile ilgilidir. Şu anda bu yazıyı ise İstanbul'a yukardan bakan, uçan bir metal yığınından yazmamın burukluğuyla ve kulağımda İstanbul'da dinlediğim şarkılarla yazmam da yarama tuz basmış gibi oldu. "Durdurun uçağı, ineceeeek vaaaaar!!!!" Yok kalktık artık gidiyoruz. İçim buruk, ağlamak istiyorum. 


"Sayın yolcularımız biraz önce Atatürk Havalimanından kalktık" deme pilot amca, nolur deme...

Neyse..

Bir buçuk ay çok önemli bir zaman gibi görünmeyebilir yada çok uzun bir zaman gibi. Bir buçuk ay'a pek birşey sığmazmış, öyle diyorlar. Ben bu bir buçuk ay hayatımda hiç mutlu olmadığım kadar mutluydım, günlerim bitti, hayalim bitti, hani çok güzel bir rüyadan uyanırda tekrar rüyayı görmek için uyursun ya, aynen öyle. O kadar çabuk geçti ki bu günler.. Nasıl anlatsam bilemedim. Şehir uyumuyor abi bir kere! Ya neyle şarj oluyor nasıl bu kadar canlı oluyor ben hiç çözebilmiş değilim, herkes heryerde, bir yerde bir eğlence bitiyor diğerinde başlıyor, kavgalar çıkıyor sonra tekrar eğlenilmeye devam ediliyor, bazısı ise Reina çıkışı 33 adet midye dolma yedi diye olay oluyor! Ben yoruldum bu şehir yorulmadı, bi oturup soluklanıp dinlenmedi.

 "Şehir uyusana!"diye çemkirdiysem bile yok aga dinlemedi. Pes vallahi böyle enerjiye pes. Bir buçuk ayda gezmemle birlikte hala heryeri gezebilmiş olamamak o daha beter koyuyor insana, ya bir insan aynı yerde kalmaktan nasıl sıkılmaz? Sıkılmadım abi, bir yere ikinci defa gitmedim, farklı yerlere gidelim dedik e gidiyoruz mekan bitmiyor. Shocking! 

Staj günlüğüme gelecek olursam, iş dünyasındaki besin zincirinin en altında olmama rağmen, bazı gittiğim yerlerde sadece kurye olarak kullanılmış olsamda orda "Hoşgeldiniz Avukat hanım" cümlesiyle karşılanmanın verdiği mutluluk ve hava hiç bir şeye benzemez.. Stajyer olarak girip, sanki koca bir hukuk bürosunun sahibiymiş gibi çıkıp daha sonra kendi çalıştığım yere gelip yine bulutlardan kanalizasyon boşluğuna düşmem'de ayrı bir olaydı tabi. 

Aşk hayatım deyip fasulyenin faydalarına gelelim mi? Geldik o zaman..

Çok güzel bir aşk yaşadım, nasıl güzel, kırlarda koşturup birbirimize sarılıp, parkta oturup kağıt helva yedik ve limonata içtik, dönercilerde bi buçuk porsiyon döner yedik, boğaz köprüsü manzarasında resim çektirdik, hepsini instagramda bulabilirsiniz desem, yılın en komik şakası olurdu. Bi bok olmadı. 14 milyonluk bir şehirde, herkes çift ben yine yalnızdım. Neden? Bilmiorum. Biliorum aslında ama bilmiorum ya. Olsaydı aşk ne güzel olurdu, çağırıncada gelmiyor ki anasını satayım. 

İstanbul yutar adamı dediler ya.. hahayt, yuttu yutmasınada, yutup tadımdan püskürtmedi bile, direk sarıldı, mideye indirdi, çok da güzel hazmetti, öyle yuttu beni bu güzelim şehirim. Burda yapabilirmiyim, yaşayabilirmiyim diye düşünüyordum ya.. öyle de bir yaşarım ki, kendi kendimi bile şaşırtırım, öyle bir yaşarım ki aklım çıkar, öyle de bir yaşatırım ki, öyle nah diyen elleri hönk diye geri çıktıkları yere sokarım..

Lafı uzatmadan daha basit anlatmam gerekirse aşık oldum, bu kadar basit, ve evlenmeye karar verdim, platonikte değil, bildiğiniz karşılıklı aşk yaşıyoruz biz İstanbul ile, bir sene kadar ara vermemiz gerekiyormuş şimdi ilişkimize, olsun, ben yinede İstanbul'u gördüm, beğendim, aşık oldum allahın izni ve peygamberin kavliyle İstanbul'u kendime istiyorum. Vermezseniz zorla alırım! Eninde sonunda benim olacaksın İstanbul! Boğazından, bebek sahilinden, taksiminden öptüğüm..Delikanlı gibi nazlanmadan gel yamacıma, sen mutlu ben mutlu, kuralım yuvamızı, yaşayalım hayatımızı.. 

"Sayın yolcularımız, Ercan havalimanına inmiş bulunmaktayız, yolculuğunuzun iyi geçmiş olmasın umuyor ve sizinle tekrar görüşmeyi diliyoruz......"

Cabin crew, beni saklayıp geri götürürmüsünüz? Söz sessiz olucam, isterseniz kargo bölümünde de uçarım.. Yeter ki geri götürün.. 

Monday 24 June 2013

İstanbul Kazan, Ben Kepçe..

Aylar önce platonik aşkımı ilan etmiştim, İstanbul'a olan ve yıllardır karşılık bulamayan bir aşktı bu..
Bu senenin başında karar vermiştim,ne olursa olsun itiraf etmeliydim bu durumu, durup hiç bir şey yapmadan beklemekle olmaz dedim, aman ne olacaksa olsun, yemişim beklemesini dedim ve atladım geldim bu şehre.. İlk karşılaşıp tanışınca bir garip olduk İstanbul ile, yadırgadı beni.. bende onu.. Acayip bakıyordu bana, ne işi var bunun burda der dediğini duyar gibiydim.

 İstanbul yutar adamı, herkes yapamaz dediler, bazısı parası olana güzeldir burası dedi, dediklerini sallamadım ama her zaman bir kulağımda küpe olarak kaldılar.. İlk hafta arada bir birbirimize garip garip davransakta, farklılıklarımız gözümüze çok fazla çarpmış olsada alıştık birbirimize, sevdik biz birbirimizi.. Uzun bir süreden sonra aynı dilden konuşmaya başladık..

Büyük şehre gelen, küçük köylü kızı'nın 2013 versiyonu olarak, kulağımda şarkılarda şarkılar, adeta bir film fragman'ında gibi havalarda, başka türlü hayallerde gibi dolanıyordum ortalıkta. İnsanları izlerkenki suratımdaki şapşal sırıtmam ve insanların suratlarında "manyağa bak kendi kendine gülüyor" ifadeleri. Alışagelmediğim bir düzen, hiç tanımadığım insanlar.. Bildiğimi sandığım ama aslında hiç bir fikrimin bile olmadığı kültür ve insanlar ile imtihanım, Her gün şehrin hızına ayak uydurmaya çalışmalarım, kafam nereye isterse kendimi orda bulmalarm, düşünmeden verdiğim kararlarım, midemde mutlulukla gezen midye dolmalarım..

Boş zamanlarımda daldım İstanbul'a adeta o bir kazan ben bir kepçe karış karış karıştırmaya başladım, hiç bir acelem olmadan bana anlatmaya çalıştığı hikayeleri, sesleri dinlemeye başladım, bana hazırladığı sürprizleri beklemeye başladım.. Elbet vardır bir sürprizi dedim.. Metro'da giderken hah bu tam hayatımın aşkı dediğim insanlarla iki duraklı bakışma sonrası ayrılan yollarımız olsun, ansızın olmadık yerde önüme atlayan midye dolmacılar olsun, sabah hiç tanımadığım bir insandan 'günaydın, gününüz iyi geçsin' dilekleri.. Metro'da oğlunu evlendireceği için heycandan ağzı durmayan Amca'mı? yoksa her taksici'nin yaptığı bazen saçma bazen ise çok tatlı sohbetlerinden mi bahsetsem? 

Bunlar daha film'in başı ama benim gibi hayalperestlikten, gerçekliğe geçemeyen bir insan evladı için sadece hop hadi bakalım bitti İstanbul maceran hadi eve gibi bir Final değil, çok daha büyük bir Son yakışır, ya bir gün metro'da ya da sokak'ta yürürken karşılaşacağım belki hiç tanışamaycağım, belkide tanışıp aşık olacağım, belkide yanından usulca yürüyüp giderken hiç farkına varamaycağım bir aşk.. Hoş aşk'ın kendisi olmadan bu hayallere kapılmamda, trajikomik.

Bunları düşünürken bakıyorum denize, elimde kahvem ve kitabımla, derin bir nefes alıyorum... 

Ve dönüp kendi kendime bakıyorum, odunluğumdan uzaklaşmaya bir adım kalmış olduğumu görünce... Aman yemişim Grand Finale'ini.

Olurda yolda sokak'ta aptal gibi sırıtan birini görürseniz yanaşın yanıma, tanışalım, sevgilimizi kolumuza takmadan Bebek'te üç beş tur atar, keyfimize bakarız. 

Valla korkmayın, Isırmam,

Haydi sağlıcakla.

Tuesday 28 May 2013

Ben Eskiden Karanlıktan Korkardım

Ah bu ergenliğimden kalma odanın bir dili olsada konuşsa.. Duvarlarımda hala posterler, asılı duran yıllar önceki Metallica konser bileti, ona etrafında gitar ve rock müzik ile ilgili bulduğum saçma sapan yapıştırmalar eşlik ediyor.

Mahfettiğim duvarlar, mahfettiğim mobilyalar, herşeyi geçtim mahfettiğim bir kapı var odamda, her baktığımda nasıl bu kadar salak olabildim diye kendime soruyorum. Malmışım ben ergenken, onu anladım.

 Ama özgürdüm, ben ergendim sonuçta yemişim geleceğini diye hiçbirşeyi düşünmeden yaşardım, yarın ölecekmişim gibi her günü doya doya yaşardım, ne kadar abuk subuk aksesuar ve kıyafet  varsa üstüme geçirir ben Punk’cıyım kimse bana karışamaz diye ortalıkta köyün delisi gibi dolaşırdım, ben sistemin bir parçası olmadığımı kanıtlıyordum öyle palyaço gibi gezerken ortalıkta. Herkes bana bakıyor çünkü tarzımı çok beğendiler diye de geziniyordum ortalıkta. Hayır! Tarzına değil soytarıya benzer bir görüntün olduğu için insanlar sana bakıyordu. Ama ben çok “cool’dum”  ama çokta mutluydum..

Kimseyi sallamadığım için hayatı hiç sallamadığım için mutluydum. O zamanlar karanlıktan korkardım çünkü hayal gücüm vardı, o karanlıktan her an bir şey çıkacakmış gibi kafamda öyle canavarlar, ruhlar kurar çizerdim ki, film yapılsa en iyi film dalında oscar alır, bilindik korku filmlerinin kategorileri IMDB’dekorku’dan komediye dönüşür, ve Spielberg yaratıcılığımın önünde saygıyla eğilirdi. Eskiden yaratıcılığım vardı, hayal gücüm vardı..

Olmayan şeylerden korkardım, olan şeyleri hiç sallamazdım.. Yıllar geçti karanlıktan korkmamaya başladım, çünkü hayal gücümü kaybettim, gözle gördüğüm gerçek şeylerden korkmaya başladım, en büyük korkum ise insanlar oldu, herkesin aslında bir canavar olduğunu farzederek yaşar oldum. Hayal gücüm yerini şüphelere, güvensizliklere bıraktı. Kimseyi olduğu gibi düşünmeden, herkese şüphe duyarak yaklaşmaya başladım. O karanlıktaki canavarların hepsini insanlarda görür oldum.


Ben yine Karanlıktan korktuğum zamanların kafasını yaşamak istiyorum, gerçeklikle yüzleşmeden daha mutluydum ben, tek korkum karanlıktı, tek gerçeğim kendi hayal gücümdü.. Büyüyünce elimde ne kaldı? Saçma sapan gerçek bir dünya.. Ben yine karanlıktan korkmak istiyorum, umursuzca yaşamak ve hiçbirşeyi düşünmemek istiyorum.. 

Saturday 18 May 2013

Yine Saçımı Mavi'ye Boyatamadım..

Olmadı.. Yapamadım.. Ben yine bugün saçımı mavi'ye boyatamadım.. 

Bir değişiklik ihtiyacı hissediyorum yine, ne yapsam ne yapsam diye düşünmeye gerek yok yani en büyük değişiklik saçlarda biter, yok.. En fazla kahkül kestirebildim, oda aylar önceydi.. 

Bugün yine gittim kuaförüme belki saçımı mavi'ye boyatırım diye... Yok yapamadım, değişik bir fön şekli bile deneyemedim. Sordu kuaförüm nasıl çekelim diye şöyle havalı farklı birşeyler diyemedim direk düz diye atıldım. Hayır ne var yani farklı bir şekilde fön çektirsem. Yok onu bile yapamadım. Aylar önceki yazımda artık bir sürü değişiklik yapacağım demiştim, şu anda sanki o yazıyı ben değilde başkası yazmış gibi, o derece kendimde o yeni bir değişiklik cesaretini bulamıyorum.

 O yazıyı yazarken ki kafamı verin bana! Ya ben çok yorgunum bu aralar, ya da bilmiyorum, olgunlaştımmı ne?!?!?!? Yok oda imkansız. Yaz tatilime başladım ama bütün gün sadece yemek yeyip televizyon izliyorum, herkes geziyor ben boş olduğum halde sadece evde oturuyorum. Bazen kendimi o filmlerdeki alkoliklere benzetmiyorumda değil hani, tek farkımız onların elinde bir jack bende ise nescafe gold. Aynı sabahtan akşama kadar pijamalarla oturmalar, yemek yemeler.

 Bugün aradım taradım, kafamın içine girdim, egolarım şişirdim, kendime o gazı vermeye çalıştım ama yok..Ben bünyemde cesaret denilen varlığı bulamadım, bir yerde satılsa ya bu cesaret denilen mendebur, bir şişenin içine koysalar, söz parası ne ise fazlasıyla vereceğim! Verin bana bu cesareti be kardeşim, ben saçımı maviye boyamak istiyorum, koltuktan kalkmak istiyorum, nerde akşam orda sabah yaşamak istiyorum! İstemek yapmanın yarısıymış, kim demiş, bunu söylerken neyin kafasındaymış? Neyse, dizim başlıyor, yanınada bir tantuni söyleyim kuru kuru gitmez bide ayran açayım bari. Üstünede künefe yerim..

Diyceğim o ki, ben yine saçlarım Mavi'ye boyatamadım..

Tuesday 16 April 2013

Kardeş Dediğin..

Kardeş dediğin insan'ın hiç bir zaman seçme şansı olmayıp hayatına dünyadaki en büyük hediye olarak giren tek varlıktır..

Gülerken birlikte güldüğün, ağlarken birlikte ağladığın..
Karşılıksız, birbirlerinin arkasında olan..
Karşılıksız, birbirlerini ölesiye seven..

Kardeş dediğin her zaman yanında olan, hiç bir şeyden gocunmadan gerekirse kendi hayatı pahasına birbirini koruyup kollayan..

Kardeş dediğin bir elmanın iki yarısı.. Birbirini tamamlayan, bir kardeşin eksiğini diğeri kapatan..
Her ne olursa olsun yanında olan, iyi günde kötü günde..

İnsan'ın kardeşim dediği dostuna bile anlatamadıklarını rahatlıkla anlatabildiği varlıktır kardeş dediğin..

Kardeş dediğin gereğinde hatalar yapmasına izin verdiğin ama sonrasında kafasına rahatlıkla bir şaplak patlattığın insandır..

Ne kadar kavga ederse edilsin, her zaman barışıp tekrar zevk için gerekirse yumruk yumruğa kavga edilen varlıktır.

Sırf gıcıklık olsun diye sinir ettiğin, o sinir olurkende kendini eğlendirdiğin bir oyuncaktır bazende..

Aranızda kilometreler bile olsa tek yürekte bir olmaktır..

Ağladığını gördüğünde kalbine bin bıçak darbesi yediğin..
Güldüğünde ise içinde kelebeklerin uçuştuğu hislerdir..

Bir gözyaşına dünya'yı yaktığın, kalbini kıran, üzen insanı tek kalemde silebilmeni sağlayacak tek güçtür..

Kardeş tektir..

Ve öyledir ki hayatında kimse kalmasa bile bir tek kardeşinin yanında olacağını bilmek herşeye değerdir..

Ve kardeş sevgisi dünya'daki herşeye bedeldir..

Kardeş dediğin..
Can'ındır.. Hayatındaki tek "Gerçektir.."


Saturday 13 April 2013

Arada Bir..


Bazı şarkılar var insan olsa sarılıp ağlayacağım, söyleyemediklerimi söylediği, solist bağırdıkça sanki benimde avaz avaz bağırdığım.. Bestecisinin söz yazarının cennet’te yerinin hazır olduğu..

Bildiğimiz müzikli sözler veya şiirler.. Bildiğimiz şarkılar işte..

Boşuna demiyorlar bir insanı tanımak için veya ne hissettiğini anlamak için dinlediği şarkılara bakmak yeterlidir diye.. Bir insanın dinlediği özellikle yalnızken dinlediği şarkıları keşfetmek o kişinin günlüğünü okumaya eşdeğerdir diye... Özellikle gece dinledikleri, yalnızken..

Ne gereği varsa sadece geceleri bu kadar derin düşünür insan zaten, en önemli detaylar geceleri aklına gelir, en önemli anıları en unutmak istediği anıları gelir aklına.. Bunlar gelince de aklına, açar o an hissettiklerini en iyi yansıtan şarkıları.. dinlemeye başlar, her şarkı unutulan anılar güzel veya hatırlanmak istenmeyenler başlar sırayla tak tak tak aklına gelmeye.. çorap söküğü gibi bir başladımı durmak bilmez..

Müzik ve koku zaman’ın düşmanıdır ne de olsa..Bir koku ve bir melodi silinmiş bütün anıları geri getirir.. İnsan ne kadar unutmaya çalışırsa çalışsın yine unutamaz, bir yerden patlak verir mutlaka..

İsteyerek unutmasa bile tek bir melodi ile eski güzel bir anı canlanır gözünde, bununla birlikte de bir tebessüm oturur yüzüne..  

Ama insan acı çekmeyide sever bir diğer taraftan.. yoksa bize acı veren şarkıları tekrar tekrar dinleyecek kadar gerizekalı olmazdık. Olsun ama, bu şarkılar bizim eksik taraflarımızı kapatıyor, sanki görünmez bir el gibi yardım ediyor bize, hissettiklerimizi dile getiriyorlar, seviyorlar bizi, bizde onları.. Ne zaman yalnız olsak o görünmez el bizim elimizi tutuyor yalnız hissetmememizi sağlıyor. Üzgün olduğumuzda bizde üzgünüz diyorlar, sevinçliyken bizimle dans ediyorlar, göbek atıyorlar.

İyiki var o görünmez eller, iyiki var bu ruhumuz besleyen şarkılar..

Bana bu yazı’yı yazdıran ve olmadık yerde beni bunalıma sokan şarkı’da buyrun aşşağıda duruyor..

Bu saat’te dinleyince elbet sizde anlarsınız bu yazdıklarımın anlamını, belki dinlerken tekrar okursanız o zaman daha iyi anlarsınız.. 

Friday 5 April 2013

Kış Görünümlü Bahar



Bakıyorum bakıyorum.. yine sosyal medya’da geziniyorum. Herkes tatil’de, Easter tatili.. Herkes Kıbrıs’ta ya da başka sıcak yerlerde.. Havanın 26 derece’nin altında olmadığı, güneş’in gülümsediği, rüzgar’ın tatlı tatlı insanın tenini okşadığı yerlerde. Bende tatildeyim yanlış anlaşılmasın, 5 günlüğüne Fransa sahillerini dolaştım, özgürce gezdim, tozdum, yedim, içtim oh sefam olsun. Sonra kalktım geri geldim Reading ismi altındaki köyüme.. Kimsecikler yok. Terkedilmiş bir şehir olmuş. Herkes evine gitmiş tatile ben seçtim tabi burda kalmayı..Çalışacak derslerim, yazacak essaylerim var ne de olsa.. Gitmek mantıksız olurdu dedim.

Günler geçti mutfak ve odam arası olmuş Dereboyu, habire tur  atıyorum. Odam evim olmuş, Mutfak’ta Lavazza. Kendi başımıza oturuyoruz mutfakta, çaylar demliyoruz, kahveler içiyoruz, abur cubur yeyip film izliyoruz. Uyuzluktanda ölüyoruz!

 Peki neden evden dışarı çıkmıyorsunuz diye sorarsanız.. Burda olmadıkça bilemezsiniz, hani siz güneşin tadını çıkarıyor gömleklerle geziyorsunuz ya.. Biz burda donuyoruz! Gelmişiz Nisan ayı’na, bildiğimiz Nisan, ama bilmediğimiz ve hiç daha önce karşılaşmadığımız bir Bahar yaşıyoruz.

Öyle bir bahar ki camdan dışarı baktığımızda güneş yerine kar görüyoruz! Hala kaban ve çizme giyiyoruz.. 6 Aydır kış mevsiminin dibine vurduk yani! Bir ada insanı olarak ben güneş enerjisiyle hayat buluyorum kardeşim, 6 aydır güneşli hava günleri iki elin sayısını geçmezken kimse çıkıp bana neden dışarı çıkmıyorsun, gez, dolaş, git bir yerde kahveni iç demesin! Yürürken Rüzgar’ın yüzüme tokat atmasındanmı bahsetsem, yoksa kulağımın elime düşmesindenmi!

Dolabımdaki t-shirtler, çekmecemdeki güneş gözlükleri ve spor ayakkabılarım ağlıyor adeta.. Bizim çıkma zamanımız gelmedimi, geçir bizi üstüne diye bağırıyorlar, ah be canlarım.. Benimde sizi üstüme geçirmeyi ne kadar istediğimi tahmin bile edemezsiniz.. Obür taraftanda kazaklarım sinsi sinsi gülüyor bana, yine bize kaldın keh keh keh diye.

Tabi ben seçtim burada okumayı, bu ülkenin havasını biliyordum ama böylesinide tahmin etmiyordum! 3 Senedir burdayım ilk defa böyle bir hava ile karşılaştım, dışarı çıkıp güneş dansı varsa onu yapasım var.. İnsaf be doğa ana insaf yani.. Bu da can! İnsan güneş istiyor enerjisiz kaldık, bunalıma girdik insaf!

Arkadaşlar allah aşkına.. Bizide düşünerek.. Daha fazla deodorant sıkalım, daha fazla egzoz, daha fazla fabrika gazı YÜKLENİN!! 

Saturday 23 March 2013

Külkedisi ve Beyaz Ferrari’li Prens


Bir grup arkadaş bir gece dışarı çıkmışlar, İstanbul’da ünlü bir klüpmüş bu gittikleri yer.. Yerlisi değiller İstanbul’un bilmiyorlar, akıntıya katılır gibi gitmişler o klübe.. Herkes şık şıkırdım giyinmiş kapıda up uzun bir sıra var, girişte’de kocaman gövdeli iki adam var.. Sanki bir yanlışlarını arar gibi süzüyorlar bizimkileri, bide aşşağılıyarak bakıyor bir tanesi..  

“Davetli listesinde adınız yok, sizi içeriye alamayız” deyip arkasını dönüyor , tam o sırada Beyaz Ferrarisi ile bir prens yaklaşıyor.. Hani çocukken izlediğimiz ve hep hayran kaldığımız prensler olur ya aynısı.. Bir havayla iniyor arabasından, gözü kıza takılıyor, kızda ona.. Hayran hayran bakıyor kız.. Bu gerçek olamaz diye geçiriyor kız içinden, Prens’de bakıyor kızın güzelliğinden kafası bulanmış bir şekilde “Utanır insan bu kadar güzel olunur mu?!” Diyor içinden.. Kız bakıyor, adeta kaybolmuş gibi .. Mankenleri kıskandıracak kadar uzun boyu, karşısındaki insanı gülüşüyle bayıltacak kadar güzel bir gülümsemesi, gerçek olamayacak kadar müthiş karizması.. ve aralarındaki sınıf farkı..

Prens gidiyor kapıdaki görevlilere..
“Onlar benim misafirim bırakın girsinler” diyor.. adamın cebinede iki tane mavi banknot bırakıyor..  Kızı tutuyor elinden, içeriye birlikte yürüyorlar..Kız’ın üstünde bembeyaz kısa bir elbise, dudaklarında kırmızı bir ruj, saçları dalgalı dağınık.. Kız Prens’e bakıyor.. Prens’te kıza..Prens en sonunda sessizliğini bozuyor.. ‘Seni burada ilk defa görüyorum .. Hayatımda gördüğüm en güzel bayansın. Gerçek olamayacak kadar güzel, İstanbul’u utandıracak kadar büyüleyicisin.. Nerden çıktın sen?” diyor bembeyaz dişlerini ve müthiş gülümsemesini göstererek..   Aniden mekan boşalıyor..
Arka fonda The Fray- You Found Me çalıyor.. Dans ediyorlar..
Zaman duruyor adeta.. Kız dua ediyor.. Allahım bitmesin bu gece, rüya’da gibiyim diyor.. İnanamıyor..
Kız dönüp bakıyor, kendini Prens’in kollarına bırakmış.. “ Yeni geldim, buralı değilim, yabancıyım bu şehre ve insanlarınada..” diyor.. Prens sarılıyor ve kulağına fısıldıyor.. “Buralı olamazsın zaten..bambaşka bir dünya’dan gelmişsin belli.. Sen nerdeydin şimdiye kadar?” diyor..

Kız mutluluk sarhoşu olmuş..  Prens’in gözlerinin içine bakıyor..
“Orda burda şurda.. hiç bir zaman kendimi tek bir yere ait hissetmedim ama şimdi kesinlikle söyleyebilirim ki olmam gereken yerdeyim, seninleyim, ve burdayım.. buraya aitim..sana aitim..”
.. Prens mutluluktan gözleri dolmuş, dizlerinin bağı çözülmüş ve ayakları yerden kesilmiş bir şekilde.. Kıza sarılır.. “Seni yeni buldum asla bırakmayacağım, sen benimsin, bende senin..”  

Gece birlikte çıkarlar, ve Prens kızı evine bırakır.. Son bir öpücüğü’de unutmazlar.. ve yarın buluşmak için anlaşırlar.. Prens Beyaz Ferrari’sine biner ve gecenin karanlığında kaybolurken...

Telefon çalar ve kız uyanır.. Saat’e bakar bi de önünde hala devam etmekte olan film’e..
Bir soğuk su içip önce kendine daha sonra şansına söver ve belki rüyasına kaldığı yerden devam eder diye uyukusuna geri döner.. 

Wednesday 20 March 2013

Katil ve Maktûl


Kulağımda Bülent Ortaçgil çalıyor Teoman’la birlikte söylüyorlar Sensiz olmaz diyorlar.. Bu sabah yalnız uyandım, kahvaltım anlamsızdı diyor Teoman başında.. Ne de güzel söylüyor..

Kaptırdım kendimi bu melodiye gidiyorum, yapmam gereken işlerde bitmiş.. Haftalar önce hayat’ı sorgulama tuşumu kapatmıştım bugün yine açtım.. Tam şu anda hemde..  

İçimde hiç rahat olmadığım bir duygu.. Yalnızlık.. Gün geçtikçe ağırlığı daha da artıyor.. odamda yalnızım, duvarlar olmuş en yakın arkadaşım tavan ise flörtüm.. Bakıyorum sosyal medya’ya herkes gayet memnun hayatından, mutluluk maskeleri takılmış, kimse üzgün değil.. Durup düşünüyorum bu kadar komplike düşünen ben miyim sadece diye? Sadece üzülüp ağlayan ben miyim? Kimsemi üzülmez be kardeşim ! Bir bu beytambal krizler benimi buluyor ? diye.. Yok yine cevap yok herkes dışardan mutlu herkes çok iyi.Sadece ben mi berbat haldeyim ?! 

...diye düşünürken..

Ve gelen bir mesajla açılıyor eski defterler.. Kafada dolanıyor yine beni yıpratan düşünceler..

Ne zaman verdiğim değer kadar değer göreceğim? Ne zaman merak ettiğim kadar merak edileceğim? Ne zaman verdiğim sevginin karşılığını alacağım? Ne zaman teslim ettiğim her kalbim yerini paramparça pestili çıkmış bir kalp yerine tertemiz aynı sevgiyle teslim edilen bir kalbe bırakacak? Ne zaman insanlar bu kadar kötü olmayı bırakacak? Kalp bu kalp! Babanın malı değil! Karma diye birşeyde varmış, yok öyle bir şey kardeşim! Herkesin yaptığı yanına kalır. Ne ekersen onu biçersinmiş! Laf!

Her yeni biriyle tanıştığımda eline veriyorum bir altıpatlar al bu senin, çelik yelekte giymiyorum o insanın çok iyi bir olduğuna inanıyorum, ve verdiğim o altıpatları sadece beni korumak için kullanacak diyorum. . İnsanı en çok en güvendiği yaralarmış derler boşuna demiyorlar demek ki.. Ne zaman ki o altıpatları verdiğimi unuttuğum zaman gelir çatar ya, hah tam o sırada o insan çıkarır cebinden o tabancayı dayar anlıma.. gözümün içine baka baka sen bunu hakediyorsun der ve çeker tetiği.. O an sen onun için ölmüşsündür ama o seni öldürmüştür.. O Katil olmuştur sende Maktul.. güvendiğin insan inandığın insan seni vurmuştur.. Hemde bunun cezasını çekmeyen elini kolunu sallaya sallaya cinayetler işlemeye devam eden bir katil.. Yaptığı yanına kar mı kalacak diye düşünürken sen o elini kolunu sallaya sallaya çeker gider.. Kimsede ağzını açıp birşey söylemez, suçlamaz, yine önüne bakar ve hayatına kaldığı yerden devam eder.. Ve sen bunu unutamazsın..Yakıştıramazsın önce altında sebepler ararsın, kendinde hata ararsın ama bulamazsın..

Bir iz bırakır sende zamanla geçer dersin ama senin ilacın zaman değildir.. Yeni bir altıpatların sahibidir o izi senden silecek olan..  
Cebinde tabancan gezmeye başlarsın yine, bu sefer üstünde çelik yeleklerle, beklersin belki bu defa vuracak olan kişinin kurşunu üstümden seker ve gider diye.. Yada hiç vurmaz ölene kadar seninle beraber olur diye.. 

Tuesday 5 March 2013

Essayzadeler


Uyukuları kaçıran, iştahı saçma sapan saatlerde açan ve daha sonra normal saatlerde kapatan, kafein  ve redbull bağımlısı yapan..

Her üniversite öğrencisinin kabusu..

Ne kadar erken başlanırsa başlansın son gece’ye kadar bitirilemeyen, ve bizi gece gündüz huzursuz eden nemrut  sırf öğrencilere eziyet olsun diye icat edilen mendebur bir yaratık..

Bildiğimiz Essay.. Bildiğimiz Kompozisyon..Bildiğimiz işkence.

Evren’de genel olarak bu işkence’ye ortak oluyor zaten.. Ne zaman bom boş avaracı olsak sıkıntı’dan patlar yapacak hiçbirşey bulunmaz, ne yeni dizi olur, ne bir aksiyon.. Ama ne zaman ki bir essay’e başlamak gerekir hop bütün ilginç olaylar peş peşe sıralanır.. Yeni diziler eklenir, yeni farklı bir akım başlar sosyal medya’da normalde sıkıcı olan şeylerinde tam essay’i yazmaya çalıştığımızda nedense çok eğlenceli gelmeye başlar.

En önemliside 300 gün yağmur yağan ve havanın kapalı kasvetli olan bu ülkede o günlerde sıcaklık artar ve odaya giren güneş insanın içindeki yaşama sevincini oracıkta öldürür neden? Çünkü dışarı çıkamaz evde oturup o essay’i yazmak zorundasın! Ve bakarsın dışarı cıbıl cıbıl oynayan gezen insanlara sende evde laptop’una onlar güneş ışınıyla beslenirken sende ancak laptop’un ışığıyla beslenirsin.

Bunlara ek olarak’ta essay’e başlama evresi diye tabir ettiğimiz bir şey var.. Bir öğrenci eğer essay’e başlamaya karar verdiyse o dakikada başlamaz mutlaka üstünden 3-4 saat geçmeli ki o essay’e başlasın.

“Dur bunu da izleyim’de başlarım essay’ime.. Aaa biri resim eklemiş hemen bakalım. Bir bu arkadaşımın halini hatrını sorayım, skype yapalım, sonra başlarım. Aha! Bu dizinin yeni sezonu başlamış hemen izlemeliyim! O müthiş bir bölümdü hemen bunu izleyen arkadaşımla bir skype yapayım ve diziyi tartışalım. E saat 8 olmuş en teferruatlı yemek neyse onu yapayım. Yemek yerken’de bir dizi açayım, yemek bitti e dizi bitmedi, kahvemide yapayım bari dizi bitene kadar izlerim hem daha uyanmış olurum, daha iyi konsantre olurum. Aaa saat 2 olmuş e yatayım bari bu saatte okusamda anlamıyorum zaten, yarın başlarım..”

Bu kısır döngü böyle döner gider.. Öncelikle  o essay’e ne kadar geç başlanırsa panik oranının artışı, bunu Yenilen çikolatalar, tüketilen kahveler, her yarım saat arası geçirilen sinir krizleri, bu bölümü seçmekle hayatımın en büyük hatasını yaptım’lar takip eder  ve ben okulu bırakıyorum ile kapanış yapılır.

Bunu’da yazıp bütün avaracılık hakkımı doldurduğuma göre ben yatayım, artık yarın başlarım Essay’ime.

Elbet o essay bir gün bitecek, ama o gün hiç bir zaman son günden önce gelmeyecek.. 

Sunday 24 February 2013

Anason'un Dili

Beni hepiniz tanıyorsunuz, benim özüm anason'dan gelir, genel olarak beni su ve buzla karıştırarak içerler. Bazı sofralarda ise Aslan Sütü lakabını uygun görürler bana. Yanımada her zaman bir arkadaş uydururlar Meze diyorlar halk arasında, geniş bir menüsü var bu benim yanımda olan mezelerin.. Ama ben ençok yanıma kavun ve beyaz peynir yakıştırırım.. Geniş bir meze menüsü olmasada olur ama ben asla beyaz peynirsiz veya kavunsuz bir bünyeye karışmam.. Ha ikisi aynı anda olmasada olur ama her halukarda mutlaka bir tanesi olsun olur..

Çok geniş çaplı bir kitlem var benim.. Herkes heryerde içer beni, ama her bünyede aynı tepkileri gösteririm, öyle diğer içkilere benzemem ben.. 

İnsanların beni neden bu kadar sevdiğinide çözebilmiş değilim.. İnsan keyifli olsada beni içince efkarlanıyor.. Elimde değil işim bu, birinin kanına karışıpta efkara sokmadığım olmamıştır bu hayatta.. Zaten eminim işimde bu kadar iyi olmasaydım beni bu kadar tüketen insan evlatları da olmazdı..

Bünyeye girerkenden kendimce yapmam gereken görevler var ve bu görevler evreler halinde aşşağıdaki gibidir..

1) Çakır Keyiflik :Hafif bir baş dönmesi yaratıp, insanı bir an olsun uyuşturmak ve mutlu olduğuna inandırmak.

2) Bunalım Başlangıcı : Baş dönmesinin ardından kişiyi derin düşüncelere daldırmak ve bunu yaparken biraz beyaz peynir ve diğer meze arkadaşlarımdan ek yardım almak.

3) Salaklık : Beni bünyesine alan kişiyi daha fazla içmesi gerektiğine inandırmak.

4) Orta Derece Bunalıma Geçiş: Kişiyi Hareketli şarkılar yerine efkarlı şarkıları seçmesi gerektiğine inandırmak.

5) Mazoşistlik : Bünyede beynin en saklı olan senaryoların yerini bulup ortaya çıkartmak ve hiç gerek yokken kabuk bağlayan yaraları, unutulan anıları, mazileri tekrar yüz üstüne çıkartıp kişinin bundan haz almasını sağlamak.

6) Doyumsuzluk :Bu senaryolardan mütevellit kişiyi biraz daha anason takviyesi yapmak zorunda olduğuna inandırmak.

7) Suçluluk : Kişinin kendini gömülü bazı anılardan dolayı suçlaması ve hiç alakası olmayan bir konu üzerinden bunalıma girmesini sağlamak. 

8) İnkar : Kişinin aslında o anda keyifli olduğunu ve kafasındaki sorulardan senaryolardan kaçması gerektiğini, eğer o an bir keyifli şarkı çalıyorsa ona eşlik etmesi gerektiğini ayrı yeten hayatında olan biteni kendine sorun etmemesini "Ammman banane bee!! Koy g***ne rahvan gitsin!" dedirtmek.

9) Kabulleniş : Kişinin kendinin aptal olduğunu ve o an kafasında geçen herhangi bir konunun aslında onun hatası olduğunu ve artık geçmişe geri dönemeyeceğini, olayları olduğu gibi kabul etmesi gerektiğini sağlamak. 

10) Pişmanlık : Kişinin ertesi günü "O son bardağı içmeyecektik a dost!" ve bütün günü "Keşke dün o kadar içmeseydim" dedirterek geçiren son ama en etkili evre..

Benim bu dilimi ancak beni bünyesine alanlar bilir ve asla ama asla bir ortamda sadece bi kadeh içip bırakılacak ve içipte efkarlanılmayacak bir içki değilim..

Övünmek gibi olmasın ama Bir daha asla içmem dedirtmeyen,işini layığıyla yerine getiren ve herkesi tekrar tekrar beni bünyesine almasına teşvik ettiğim tek ve yegane içkiyim..

Benim söyleyeceklerim bu kadar sevgili tüketicilerim, bir sonraki Anason Masa'sında sizi yine bekliyor olacağım..

Ve dostlarım son olarak gerçekten O son Kadehi içmeyecektiniz!

Hadi Kalın Sağlıcakla! 

Thursday 21 February 2013

İçimizde Kalan Sözler


Herkesin hayatında en az bir defa olsun söylemek istediklerini söyleyemediği bir an’ı vardır. İçinden öğretmene küfreden, annesine veya babasına bağırmak isteyip susan, kavga ettiği bir insana o sırada aklına geldiği anda tıkanıp söylenememiş ve keşke söyleseydim dedirten sözler..

Söylenmemiş her söz içimizdeki cümle kalabalığına eklenir yine, her gün mideden çırpınıp çıkmayı bekleyerek, beynin içinde fırtınalar kopararak, her an farklı bir senaryo kurar beyinde bu içimizde kalan sözler.. Bağırır içinde, çığlık atar.. “Bırak beni çıkayım, söyle artık sende rahatla bende, daralıyorum içinde kalmaktan artık! Yeri geldiğinde söyle bizi, çıkar ağzındaki baklayı artık da kurtulalım! “ Der durur..

İnsan düşünür..farklı anlarda, farklı “keşke söyleseydim!” dediği cümleler sıra olur.. Başlar bir migren ağrısı gibi gelen ani ve seri bir ağrıyla kafasında uçmaya sözler..

Uçuşur sözler ve senaryolar her geçen gün insan’ın kafasında yine, aynı sahne oynanınca ise o senaryo silinir yerine yeni senaryo gelir ve yine içimizde kalır o sözler..

Bir söylese insan rahatlayacak, ama işte gurur denilen o hastalıklı hissiyat önümüzde hep bir engel, aşılması imkansız olan, hep önümüzde duran ve ne zaman o engel aşılsada hemen ardında gerçeklerin yüzüne vurulmasını sağlayan bir duvarın olduğunu bildiği için insan, ve o duvarla yüzleşecek cesarete sahip olmadığı için kişi o engeli aşamaz. Zaten gerçekler her zaman acıtır bizi, duymaya hazır değilsek eğer.. Ve hiçbir zaman hazır olamayız, kafamızda en kötü senaryoları kurup sonrasında ise aslında o en kötü senaryonun en iyi senaryo olduğunun farkına varır ve dumur oluruz..

Bu defa sütten ağzımız yanar ve başlarız yoğurt’u üfleyerek yemeye..

Ve sonrasında gelen Uykusuz geçirilen geceler, gün içerisinde dalıp giden gözler.. 

İçimizden hergün atmak istediğimiz ama bir türlü atamadığımız..

Kanser gibi içimizde gezen bizi her geçen gün zehirleyen..

Hep içimizde kalan ve hiç bir zaman dışarıya çıkamayan sözler..

Saturday 9 February 2013

Unutulan Geceler



İngiltere’nin en soğuk zamanlarında ödevlerden başımızı kaldırmayacak duruma gelip, skype’ta kurulan hayallerle en acınası hallerimizle başladık konuşmaya.. Aralıktaki tatilde sadece en yakın arkadaşlar belirli bir mekanda oturup içip içip sadece sohbet etmek tek hayalimiz olmuştu.. Haa gecenin sonunda yenecek tantuni ve lahmacunlarıda hayallere eklemeyide unutmadık. O an sadece hepimiz yalnız ve hem birbirimizi hem ailemizi özlemiş halde sadece bu hayallerin  gerçek olmasını istiyorduk..

Ve gerçekleştirdikte.. Ama sadece bir gece değil.. Sayısını unuttuğum ama anılarını hiçbir zaman unutmayacağım sayıda geceler oldu.. Yazılara dökmek gerekirse şöyle oldu..
 
Gecelerin birinde benim en bunalımlı doğum günümde toplandık.. Bu sefer mekan rahattı evde oturalım dedik.. Herkes kendi istediği içkisini getirdi oo masaları donattık.. Kurduk müzik sistemimizi.. Kıtlıktan çıkmış gibi yedik.. 3 gündür su içmezmiş gibi içtik.. Yanımda olması gerekenlerin hepsi yanımdalardı teker teker.. Açtık Mezdekemizi başladık dans etmeye, ne elbise ne birşey.. Herkes kot, t-shirt.. Yemişiz süslenip çıkmasını dedik.. O kadar yemeği yer rahatça göbeklerimizi tokuşturarak dans ederiz dedik.. Saatler yine aktı gitti.. Yine sohbet tatli niyetine yendi bitti..

Doğum günümdeki eğlenceden aldığımız gazla birlikte, yine gittik canlı müzik yapan bir bara.. Bu defa kotları attık, moda haftasına gidermiş gibi giyindik.. Çektik altımızada en güzel “Yüksek Ökçeli Pabuçlarımızı” .. Mekanda Bir biz bir cin tonik birde sahnedeki grup varmışçasına herkes halinden memnun bir eğlendik düşman çatlatırcasına.. Sandalyenin üstüne çıkanlardan.. Birbirine sarılıp şarkıyı söyleyenlere kadar menüdeki her çeşit insan bulunuyordu o masada.. Solist damardan giriyor bizde o acıyı hissederek şarkıya eşlik ediyorduk..üstüne oynak bir parça çalıyor onada eşlik ediyorduk.. Aşk acısımı çekiyorduk, çok büyük bir aşk mı yaşıyorduk.. Hayata küsmüydük, yoksa barışıkmı? O kadar karışık bir repertuara eşlik ediyorduk ki.. Herkes bir kimlikten çıkıp diğerine bürünüyordu.. Herkesin tek bir ortak yanı vardı, herkes mutluydu o an orda olmaktan mutluydu ama.. Sallamışız hayat dertlerini, gelecek gaylesini, sorumlulukları.. O gece İçtik cinleri döktük dertleri.

Son gecemizde ise.. İki kafadar bir araya geldi yine tatile ilk başladığımız mekanda tatilimizi sonlandırmaya.. Bu sefer şaraplar eşlik ediyordu bize.. Tatlı tatlı demleniyorduk.. Son gecemizi artık bulunduğumuz yere aylar sonra geleceğimizi düşünerek düştü yine çenemiz.. Yine bildiğimiz her zaman konuştuğumuz konuları konuştuk, o gece bütün çıplaklığıyla konuştuk bütün gerçekleri.. Birbirimizin yüzüne vurduk herşeyi.. Hayat gaylesi, sorumluluklar, ilk gece düşünmek istemediğimiz ve konuşmak istemediğimiz herşeyi o gece konuştuk.. Şaraplarımızın son damlasına kadar konuştuk durmadan..

Ve yine ayrıldık o bardan.. Yine özlemle ve yine konuların birikeceğini bile bile.. İlk adımları atarken bile özledik o geçirdiğimiz geceyi.. ve birlikte geçirdiğimiz her geceyi..

İnsan ne kadar sevmesede özlüyor işte ülkesini.. Yine döneceğini bile bile özlüyor sohbetle taçlandırılan her geceyi.. Özlüyor işte..