Sunday 21 December 2014

Dayanak Noktası

Girdim blog’uma yine bakıyorum benim için yazmayalı o kadar zaman olmuş ki bir blog’um olduğunu unutmuşum. Gerçi bu aralar ben kim olduğumu da unutmuşum ya orası ayrı. Değişim insan’ı ne kadar etkiliyormuş meğersem.. Değişiklik güzeldir diye biliyordum ben, güzel olmasına güzel de alışma sürecine ne diyeceğiz?

4 senedir yaşadığım “kasaba’yı” bırakıp gelmişim büyük bir şehre. Çok güzel yeni hayat, yeni okul, yeni heyecan evet ama size açık konuşacağım darmadağın olduk. Bu şehir bizi bitirdi, kasaba hayatındaki yaşantını büyük şehre uyarlamaya çalışmak güzel bir Amerikan dizisini Türkçe’ye uyarlayıp berbat etmek ile aynı şeymiş meğersem.

Hayat berbat değil ama alışma süreci dediğimiz süreç var ya gerçekten iyileşme süreci gibi bir şey.

Hastalıkta veya bir ameliyattan sonra olur ya o iyileşme süreci, çok ağrılı ve çok uzuuuuuuun süren bir süreç aynen öyle. Tek farkı biz ağrı kesici yerine alkol ile tedavi etmeye çalıştık bu alışma sürecini.  İyileşme sürecinde hastaların yanında her zaman en yakınları olur ve acılarını biraz olsun dindirir ya benim yanımdaki insanlarda bu sürecin daha az acılı geçmesini sağladı. Dayanak noktalarım. Ev arkadaşım, kardeşim, tek dostum (şımarma) ve daha bir sürü insan tabii ki.

Bu eve taşınırken ve ev arayışlarımızda her ne kadar birbirimizi bıçaklama yolunda olmuş olsak ta eğer bu şehirde tek başıma olsaydım ve o dayanak noktalarım olmasaydı ben bu kadar güçlü ve bu alışma sürecini atlatamazdım. Mutsuzdum çünkü, geldiğim anda başımdan bir sürü olay geçti, fiziksel olarak değil, ama psikolojik olarak sarsıldım. Etrafımdaki insanlar olmasaydı benim binamın temelleri sağlam olmasaydı, dayanaklarım olmasaydı, çökerdim, moloz yığınından bir farkım olmazdı.

Hala daha benzer bir süreç’ten geçiyorum çünkü gelecek kaygısı gibi bir şey var hayatımda, kendi hayatımı kurmaya çalışıyorum.. Kurmaya çalışırken de zaten şu anda kurulu olan hayatımı da mahfetmemeye çalışıyorum.. Dayanaklarım beni ayakta tutuyor. Bunları farketmem ise beni daha da güçlü kılıyor. Ben çünkü her zaman güçlü görünmeye çalışıp yardıma ihtiyacım olmadığını düşünüyordum, herşeyi kendim yapabilirim!

Ama öyle bir şey yok arkadaşım. Yardım almak zayıflık göstergesi değil, gerekirse ağla, yapamıyorum de..Çünkü öyle bir durum olur ki, bataklığın içinde gibi oluyorsun çırpındıkça ve çabaladıkça daha beter batıyorsun.. Ama seni o bataklıktan kurtarabilecek tek şey sadece küçük bir yardım elidir..

Sonuçta herşeyi tek başımıza öğrenemiyoruz, yürümeye çalışırken popomuzun üstüne 100 defa düştük noldu? Anne babamız bizi tuttu kaldırdı, yine denedik yine düştük sonuçta yürümeyi başardık.. Hoş gerçek hayatta kendi başına yürümeye başlarken düşmen daha trajik oluyor, ağzın burnun dağılıyor mesela, ama olsun yine kalkıyorsun yine devam ediyorsun..

Tam vazgeçecekken bir el geliyor.. “Merak etme beraber halledeceğiz.” Cümlesi ile bütün korkularını alıp götürüyor..

En dipdeyken kendini en yalnız hissettiğin anda Kıbrıs’tan ablan geliyor mesela, buzluğunu dolduruyor ve yanında olması bir anda senin yine kendin gibi hissetmeni sağlıyor.

Kanın canın ne de olsa.

Getirdiği bulgur köftelerinin de tabii ki etkisi var ama öküzlük yapmayım şimdi.

Sonuç olarak insan’ın dayanak noktası olması lazım, en zor dururmda, en dipde olduğunda tutunup tekrar ayağa kalmasına yardımcı olacak..

Benim birden fazla dayanak noktam var mesela..


Hepsinin yeri ayrı.. Hepsinin değeri farklı.. 

Sunday 16 November 2014

Benim Gözüm’de Hayat Varmış Naber?!

Şimdi lens kullananlar gözlerinde zaman zaman bir tahriş olma, bir kızarma, bir kaşınma, bir batma bir şeyler olduğunu bilir, görür ve yaşar. En azından bir defa olsun. Bana gelince, lenssiz ve gözlüksüz görmemem dışında 10 senedir her 2 ay’da bir benim gözlerde bir şeyler atıyor, bir kızarma bir şaklabanlık bir taklalar bir şeyler. Gelgelelim ki yine geçen hafta sen lensleri tak, derse git, bir kaşınma var acaba bir şey mi battı deyip tuvalete git, aynaya bak, Freddie’nin kabusu karşında. Yemin ederim çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Halloween’de olsaydık insanlar o gözlere sahip olmak için paralar verirken benimki doğal olacaktı. Kırmızı rengin ne olduğunu ben o gün öğrendim.

Koş git hastane’ye, doktorlar sana gözünde mikro organizmalar üremiş onları bi temizleyelim demesinler mi. Mikro organizma arkadaşım mikro organizma! Canlı! Gözümde canlı varmış. Bayağı bildiğin yaşıyormuş. (Şimdi biyoloji bilmem ne okuyanlar bana demesin zaten gözünde bakteri yaşar vucüdunda da bilmem ne, normal yaşaması gereken bir bakteri, canlı olsaydı zaten evil eye gibi gezmezdim!)

Neyse. Nasıl dedim, yani, bayağı maykrooorganismms? Ar yu şurlar vat em ay gonna du’lar , internetten bakayım ne olduğuna derken, insanlar bu şerefsiz para vermeyen kiracılar yüzünden kör oluyormuş! Vay arkadaş! Kör oluyorum lan, diye sen bir ağla, bir kriz geçir, insanlar etrafında sana manyak bu diye baksın. Neyse, değişik tedaviye başladıktan sonra baktım benim gözümde hayat varmış. İstesemde yalnız kalmıyordum, benim mikro organizmalarım varmış! Üremiş işte gözümde, beni beğenmiş, benim gözümde hayat kurmaya başlamışlar. Öyle güzel gözlerim var, öyle mükemmel beni seçmiş. Polyannalığın nasıl bir vıcırığını çıkartmaktır bu. Öyle bir şey yok, bildiğin korkudan ömrümden 10 sene gitti.

Korkudan ağlarken bile ağrıyordu gözlerim. İnsan zaten acısından ağlar biraz olsun rahatlasın diye bana ağlamak bile haramdı o günler!  Öğrendiğimin ertesi günü sokağa çıktığımda ise, aman allahım, yürüyemiyordum! Görmüyordum! Ve korkuyordum, çok korkuyordum. Düşünsene, yalnız başınasın, benim gibi paranoyak herşeyi abartan bir insan internetten görmüş kör olma riski var diye, daha beter kesin kör olacağımlara bağlamış, zaten alışmakta güçlük çektiği bu zamanlarda bir de bu eksikti deyip, depresyon’un daha beter dibine batmış çıkmayı becerememiş gibi bir durumdaydım.

Gel gelelim geçti, ama etkileri geçmedi. Mesela psikolojik problemleri olan bir insan gibi ansızın her gece durduk yere ağlar oldum. Sırf ağlamamı tetikleyecek bir şey olmasın diye öyle duygusal müzik yerine Karnaval’dan (internet radyosu) eller havaya hop kop Türkçe müzikleri dinliyorum. Kuş havalandı kaçış mübahtır intikam soğuk bazen ara sıcaktır diyor mesela şimdi Ajda Ablamız.

Öyle de geçecek bu günlerim, bir taraftan Ajda Pekkan bir diğer taraftan Çak bi Selamlar olsun böyle şarkılar ile iyileşme sürecinde pozitif vibrafonlar almak lazım.

O zaman hangı şarkıyla kapatıyoruz yazımızı? Büyük üstad Tarkan’ın en anlamlı ve derinliğe sahip olan o mükemmel şarkısındaki o mükemmel nakarartındaki sözler ile kapatıyoruz.

“Hop de kendine hop de bir an kop gel hadi kopta gel inadından”.

Bak nasıl duygu yüklü, ben yine ağladım.

Fiziksel olarak iyi gitse de görünüldüğü gibi ruhsal olarak pek iyi gitmiyor iyileşmem.

Ayşe Hatun Önal’dan sonra benim müzik zevkim pek kolay iyileşecek gibi gözükmüyor ne de olsa.

Müzik ruhun gıdasıdır ama benim ruhum çok fena gıda zehirlenmesi geçiriyor şu anda.

Biri beni bu müzikleri dinlemekten durdursun. 

Yalvarırım.

Monday 10 November 2014

Beceriksizlik

Bu ara elime aldığım ne varsa hepsi kırılıyor, bir türlü beceremiyorum düzgün tutmayı, bir günde bir insan hem bardak hem kaşık kırabilirmi? Bardak hadi neyse de kaşık kırılabilirmi?! Kırılıyormuş. Yüklü negatif enerjim ile hem kendime, hem etrafımdaki insanlara hem de cisimlere zarar veriyorum bildiğin. Beceriksizim işte. Ne yapsam hep yarım yamalak, hiç tam olmuyor, ya eksik ya fazla, tam tamına olduğunu göremedim. 

Hepsi de benden kaynaklanıyor. Yetemiyorumda, sürekli kendi kendimi hayal kırıklığına uğratma, başkalarını hayal kırıklığına uğratma.. Bıkmadan usanmadan devamlı birilerini yüz üstü bırakıyormuşum gibi geliyor. Büyük beklentileri var benden, ama bilmiyorlar ki beceriksizim, ve beklentilerini karşılayabilecek kapasiteye belki de sahip değilim.. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum ama bir yerden kopuyor.. İstesem bile elimde olmayan sebeplerden ötürü kalıyor öyle.. Beceriksizim işte. Yeteneksizde olabilirim.

 Çok mantıklı bir yazı değil bu. Saçmalarım durduk yere, madem böyle bir hakkım var saçmalarım kardeşim. Ben beynimdende memnun değilim hiç. İnsan dediğin en zeki varlıkmış. Laf! İğrenç mahluklarız, hayır kafamızın içinde böyle beyin adını taktığımız bir mekanizma var, kullanmayı beceremiyoruz. 

Yemin ediyorum,  saçma sapan şeyleri düşüneceğimize, daha iyi şeyler yapmayı düşünsek uzay’da yaşamaya başlamıştık bile, atom falan parçalardık bütün gün, ne bileyim daha yararlı bir iş yapardık.. ama varsa yoksa kendi kendimize devleştirdiğimiz ufacık düşünceler var. Hayır madem böyle bir şey var kafamızın içinde, ya tam işlesin ya da hiç işlemesin. Düşünmeylim mesela, tartıp ölçmeyelim herşeyi, bin bir tane senaryo kurmayalım kafamızda,  kurduğumuz senaryo’lara inanıpta paranoyaklaşmaylım mesela..

 Madem böyle yaratıcı işlere yarıyor, kendi kuruntularımızı destekleyecek derece gereksiz işlere, insanlık için, kendimiz için daha iyi olacak işlere kullanabiliriz. Yok ama, gerizekalıyız.. kendi beynimiz, kendi kendimize acı çektirmekten başka bir işe yaramıyor. He bir de kullanmaya çalışırken, ders çalışırken, birşeyler okurken kafandaki senaryolar yüzünden konsantrasyon problemide yaşıyorsun.. 

Hem o derece işleyen bir beyin, hem de iki şeye birden odaklanamıyor, çünkü kafandaki kendi kendine kurduğun düşünceler o derece önemli bir  iş gibi geliyor ki geleceğini  belirleyecek olan işlere konsantre olamıyorsun. 

Bak sen, çok zekiyiz ya valla, en zeki mahluklarız bu dünya’da yaşayan. Harbiden. Müthiş.


Ya başlıycam şimdi en zeki varlığına da, beynine’de. Ben insan olmasaydım zaten kesin tembel hayvan olurdum. Bütün gün öyle yat, ağaçtan sark, yemek ye, uyu ve slow motion’da yaşa hayatı, oh mis.. En zeki varlık o tembel hayvanlar ha... Bak hayvan beynini kullanmıyor, varlığı yokluğu bir, herşey içgüdü ile alakalı.. 

Oh kebap!  Bir de diyorlar zekilik güzeldir, yok abi öyle güzelliği yok, bu kadar düşünmenin kendimize zarar vermekten başka bir işe yaradığını görmedim ben. İstemiyorum ben düşünmek falan, hayatımın geri kalanını tembel hayvan gibi geçirmeme izin varsa öyle geçirsem diyorum. Olursa güzel olur, olur bence, olsun yani. 

Wednesday 29 October 2014

Jaguar mı? Yoksa Bisiklet mi?


Bütün hayatım geleceği bekleyerek geçti ve geçmeye devam ediyor. Hiç bir şeye bugün başlamadım mesela hep ertesi güne bıraktım. Misal yarın diet’e başlıyorum bu hot wingslerden biraz daha yerim de başlarım.

Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş ya, yok bende öyle bir şey ben 22 yaşıma geldim hala sütten ağzım yanıyor. Ben hiç akıllanmam, uslanmam. Burnumun dikine giderim, kimseyi dinlemem. Diet’e başladım 3 gün sürdü sonra yine kendimi bir kova kızarmış tavuğun içinde buldum. Her zaman diet’e girerim kilo verir sonra o verdiğim kilolar iki ile çarpılarak bedenime geri döner. Akıllanmam uslanmam. Bir de inat var ki abov düşmanımın başına vermesin. İnadım inat. Asıl keçi.

Ben inat ettiysem bitmiştir, saçma sapan, abuk subuk şeylere inat ederim ama gerekli şeylerde değil, etrafımdakileri hayatlarından bezdiririm. Misal, ben bu hafta sonu bu dersleri bitireceğim demişliğim yok ama telefonumdaki bir oyunda high score yapmayı inat ederim. Hayat felsefesi bellemişim bunu demek ki. Böyle hayat felsefesi mi olur? Dün meditasyon yapayım dedim, 1 saat meditasyon yaptım 5 dakika sürdü dinginliğim. Sonrasında kendimi bir Article’a bağırırken buldum.

Bir insan sırf korktuğundan bazı şeyleri yapmaktan çekinir mi? Başarısız olmaktan korktuğum için derslere korkarak çalışır oldum, çalışamaz oldum hatta okuduklarımı anlayamaycağımı düşünüp daha beter bunalıma girdim. Ya başarısız olursam? Ya bu yaptıklarım hiç bir işime yaramazsa? Kaç kişi harika bir CV’ye sahip olup iş bulamazken ya bende onların içinde yer alırsam. Ya gerçekten istediğim geleceğe ulaşamazsam? Hayattaki en büyük korkularımdan biri başarısızlık.. Hayır ne var başarısız olursak? Düşe kalka öğrendik yürümeyi de herşeye rağmen hayatta kaldık, herşeye rağmen gülümsemeyi başardık, kalbimiz paramparça oldu ama yine de tuz buz olmuş kalbimizi toparlayıp bir bütün haline çevirmeyi becerebildik..

Benim için ise.. Mükemmel değilim.. Korkularım var.. Çok büyük korkularım, gelecekten korkuyorum... üstesinden gelmeye çalıştığım, ileriye bakmama engel, şimdi yaptıklarımın geleceğimi etkileyeceğini bilmek ve yetersiz olabileceğimi düşünmek.. Ya yapamazsam? Ya bende olanlar hayallerimi gerçekleştirmeye yetersiz ise, sadece hayal sonuçta. Ya ben büyük adam olamazsam? Ya hiç adam olamazsam?

Ve bu düşüncelerim beni büyük adam olmaya giden anayola çıkmama engel oluyor, tali yolda bekliyorum, herkes binmiş Jaguar’ına 200 km’de o anayolda büyük adam olma yolunda ilerlemeye devam ediyor.. Altımdakinin bir Jaguar’mı yoksa bisikletmi olduğunu çözebilmiş değilim.

Çünkü eğer Jaguar’ım varsa elbet o yola gireceğim ama bisikletler bisiklet yolunda gitmek zorunda anayola çıkamazlar. Jaguar’ım anayolda bozulsa bile tamir edilir yola devam edilir ama bisiklet dediğin sadece bisiklet yolunda gider, onun yoluda güzel ama benim hayallerim bisiklet yolu değil anayol.

Anayola girmem lazım ama korkularım önümde adeta bir bariyer gibi beni geride tutuyor.


Yapmam gereken tek bir şey var, bariyeri yıkmak..

Ve kendim hakkımda çözmem gereken tek bir şey var..

Jaguarmıyım? Yoksa Bisiklet mi?

Anayola girebilecekmiyim? Yoksa girenleri tali yolun kenarında sadece izleyecekmiyim?

Tuesday 14 October 2014

Filler. Öküzler. Çimenler.

Bu evin bir çekim gücü var. Her gelenin bu eve bir problemi var. Problemli insanları çekiyor bu ev. Ruh hastası manyak arkadaşlarımız var etrafımızda. Hepsinin kafa gidik, hepsinin psikolojileri bozuk, trajik olayları kendi kendimizce düzenleyip daha trajik yapıp kahkaha atarak gülüyoruz. Gülüşmelerden sonra ise ağlama krizleri geliyor. Ama bu evin bir de sihri var.. Buraya gelen herkes aradığı sorunun cevabını buluyor. Sorular cevaplanıyor, ruhun hasta olan bölgeleri iyileşiyor.

Evde soru soran, dışarı çıkar çıkmaz sorusunun cevabını buluyor. Ev ev değil sanki reiki merkezi. Sevgi içinde içinde, soruların cevapları sende. Nah sende. Evin içerisinde yaşayanlar dışında herkesin soruları cevaplanıyor böyle bir şey var mı? Ev kendi sahiplerine sırt çeviriyor. Evde yaşayanlar ise içlerindeki öküzlerle uğraşmaya devam ediyor. Öyle bir öküz ki oturuyor böyle göğsünün tam orta yerine, öküz ya bu, kalkmak bilmiyor, itiyorsun itiyorsun, de get diyorsun yok canısı gitmiyor,

“Ben burayı buldum ben sana ağırlık yapacağım nah giderim, çık evden yine de göğsünde oturmaya devam ederim, beğen beğenme, ben burdayım!” az biraz da çimen getirip beslememi de isteyecek şerefsiz. Bak hala oturuyor.

Evde ne televizyon var ne bir şey zaten Lost izlemeye başlamışım, kafam patates’e dönmüş, evin başka problemleri, bağlanmak bilmeyen internet antenleri, okula git gel kafa patlat mal gibi derslere bakmak yetmez miş gibi bir de öküzüm eksikdi. İyi otur orda, mal mal trene bak. Göğsümün ortasında sanki kocaman bir taş gibi otur orda, nefes almamı engelle, yediğim yemeğin tadını engelle, hislerimi engelle, engelle anasını satayım. Öküzsün ya, yaparsın. Sonuçta çimen yemek için ve önünden geçen trenlere bakmak için yaratılmışsın. Başka göğüs’mü bulamadın oturacak da geldin benimkine oturdun, tam herşey yoluna giriyor, tamam derken ne gereği vardı öküzüm buraya oturmanın. Ne gereği var böyle bana baskı yapmanın?

Hani hissedersin ya, bir şeyler ters gider, ya da bir sınavın sonucunu beklersin, böyle üstünde filler öküzler oturur sonra rahatlarsın ve üstünden fillerin öküzlerin kalktığını hissedersin. Tam öyle bir şey, sınavın sonucunu bekler gibi, güzel haberin sonucunu bekler gibi, güzel bir şeyin olacağının habercisi gibi bu öküz üstümde. Elbet çıkıp gidecek çünkü, biraz orda takılmaya ihtiyacı var sanki, cevaplar bulmak için, öküzün insan’ın göğsüne oturması icap eder belli ki.

Öküzler sevmedikleri, benimsemedikleri yerde oturmazmış derler, vardır bir sebebi oraya oturmasının. Çıkar kokusu elbet.


Öküzsen de öküzsün, ama benim öküzümsün. Başkasının göğsü’ne gidene kadar benimle kalmaya yükümlüsün. 

Monday 6 October 2014

Ben Güzel’e Güzel Demem Güzel Benim Olmadıkça

Yıllar yıllar önce bir gün teyzem ile Lefkoşa dan Girne’ye giderken ben bir ev gördüm, aman ne güzel ev dedim teyzem’e, teyzem dönüp bana o zamanlar pek aklımın kesmediği ama o günden sonra hiç unutmadığım bir cümle ile geri karşılık verdi, “Ben güzel’e güzel demem güzel benim olmadıkça.”

Bu ne yaman bir çelişki dedim ki içimden. Hani biz bizim olmayanı en çok severdik, hani biz bizim olmayana en çok gıpta ederdik elde edince de değerini kaybettirirdik? Hani o bildiklerimiz, hani teyzemin söylediği, hani benim gençliğimmm! Ciddi konuya değiniyorum şu anda, sulandırmayın, çok derin konular bunlar, boylayabilir. Ehu ehu komiklikler şakalar. Neyse toparlıyorum.

Küçükken sırf bisiklet alabilmek için karnemizin hep pek iyi olması için çalışırdık bütün bir sene! Sonuç olarak o bisiklet alınırdı. Hani şimdi nerede o bisiklet? Ya ambarda ya da çöpte ya da hurdacıda. Hani çok değer verdiğimiz bisikletimiz? Hani zamanında orasını burasını sırf bakımsız kalmasın diye yağladığımız, dümenine püsküller takıp gözümüz gibi baktığımız bisikletimiz? Yok. Gitti. Hani güzele güzel demezdik güzel bizim olmadıkça, bizim oldu sonuç olarak değerini kaybetti, yerini kaykaylar aldı sonunda arabalar aldı gün geldi bisiklet sürmeyi bile unuttuk.

Nedir insan oğluna bu kadar güven veren? Nedir insan oğlunu doyumsuz yapan da bazı şeylerin değerini sahip olduktan sonra unutturan? Sahip olduklarının değerini bilmeyen, zaten sahibim bir yere gitmez gerektiği değeri vermeyim aldım benim o artık kıhkıhkıh. Yok canım yok. Öyle olmuyor işte, sen değer veriyorsun ya hani sahip olmadan önce, göklere çıkarıyorsun, en güzel o, en çok o, sahip olduktan sonra da bokun içine batırıyorsun, yok öyle bir dünya o sahip olduğun şey var ya sen sahip olmadan önceki aynı kişi, ama o kadar doyumsuz mahlukatsın ki insanoğlu hep dışarıya bakmaya devam ediyorsun, elindeki en değerli şeyi en değersiz şey yapmayı gözünde başarabiliyorsun. Alkış sana. 

Hani ehliyeti almadan önce arabaları kaçırıyorduk ya (anne baba evet ben arabayı kaçırıyordum) bakkala bile ben sürerim, her yere ben, sırf araba sürmek için hayatta evden adımımı atmam dediğim şeyler için bile araba sürmek için giyinip dışarı çıkıyordum, noldu sonra araba sürmeye üşendim, meeh ne de olsa araba var yarın sürerim deyip o sahip olduğumun değerini kaybettim sonra nolduuuuaa geldik geri öğrenci hayatına DabanW devam olunca, allahım arabam arabam keşke olsa da sürsem diye her allahın günü keşke der olduk.

Olmuyor bebişim öyle işte, elindekinin değerini bilmen lazım, gitmez, yapmaz, etmez, kaybolmaz diye bir şey yok, bisikletin varsa ilgilenmeyi bıraktığında kısa zamanda öyle bir çürür ki binecek bisikletin olmaz, dün ordaydı ama bugün yok, sevdiğin insan beni çok sever gitmez demeyeceksin arkasına bakmadan öyle bir gider ki feleğin şaşar.


Uzun lafın kısası, ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça değil, ben güzel’e güzelse eğer güzel derim benim olduğu sürece daha güzel olur. Paramı biriktirip aldığım gitarımın değeri gibi, aldığım günden beri gözüm gibi bakıyorum, 10. Senesini doldurdu garibim, her elime aldıktan sonra her tarafını kulak çöpleriyle temizliyorum. Ben böyle bir insanım. Değer bilene değer biçerim, güzel’e güzel derim. 

Thursday 25 September 2014

Saat 2

Saat 2'den sonra söylenen veya yazılan hiç bir şeyin anlamı olmadığı gibi aslında bir çok anlamı vardır. Uyukun vardır, uyumak istersin, uyuyamazsın. Acıkırsın ama acıkmazsın, canın bir şeyler yemek çeker ama yiyemezsin. Oturur duvara boş boş bakarsın, kafanda senaryolar kurarsın, kendini en kötü sonuca hazırlarsın bir nevi, çünkü seni uyukundan eden ve iştahını kesen bir şeyin sebebi iyi bir şey değildir, sonunun ise iyi olmayacağını düşünürsün. İyi olan şeyler seni şişmanlatır, iyi olan şeyler seni uyutur, gece başını yastığa koyduğunda endişelenecek hiç bir şeyin olmadığında, düşünmediğin bir şey olmadığında yarın olması için hemencecik uyursun, çünkü yarın güzel bir gün olacağını bilirsin. Ama hergününün bir önceki gününe benzememesi için uyumak istemezsin, yarının daha güzel olması için uyanık kalırsın, kendini avutursun, nefes alır nefes verirsin, düşünürsün, yarın olmasa öbür gün güzel olacak dersin. Boynun ağrır, sanki böyle üstünde kocaman bir yük varmış gibi, nefes alırsın, nefes aldıkça o ağrı daha da çoğalır. İlaç alırsın ağrı geçsin diye, geçmez. Sonra uyursun, sabah uyanınca yine aynı boyun ağrısı ile uyanırsın. Bir kahve yaparsın, kahveni içersin bir tanesi yetmez ikinciye geçersin. Hem yalnız olmak istersin yalnız olunca ise yalnızlık ağır gelir çünkü kafanda seni yeyip bitiren düşünceler çoğalır. Mutlusun ama mutsuz. Boş hissedersin, insanların söyledikleri seni üzmez, kelimeler, cümleler içinden geçer boşsun çünkü ruh gibi, bir siluetin var sadece ordasın ama değilsin. Hiçbirşey hissetmek istemezsin, eğer hissedersen çünkü çok fazla şey hissedeceğini bilirsin. Tepkisiz, öyle boş devam edersin. Uyuyacaksın, sabah uyanacaksın ve bir kahve yapacaksın, sonra aynı rutin güne devam edeceksin. Bekleyeceksin, bir şey hissetmek yerine bekleyeceksin.. Bugün değilse yarın ruhsuz değil duygu ile uyanacağını umut ederek bekleyeceksin.

Saturday 13 September 2014

Aslında Bu İşte Bir Yalnızlık Var

Yeni mezun, işsiz, evsiz, master için hiç bilmediği bildiği ama hiç yaşamadığı bir şehre gelen, köyden indim şehre misali. Londra’daki ikinci gününde ayakları su toplamış bir şekilde ev arayışında olan, kafasında kendisini bir emlakçı’nın kapısına zincirleyip başından aşşağıya benzin döküp yakmak ile tehdit ederse belki öğrenci olduğunu unutup ev verirler diye düşünen, paranoyak ve yorgun bir hanım kızımız var. Londra sokaklarında uyumsuz kıyafetler ile, perişan halde, hayattan bezmiş, herkesi dövecekmiş gibi bakan ve etrafına müthiş negatif enerji yayan bir hatun görebilirsiniz. Zararsızdır. Isırmaz. Isıradabilir. Garantisi yok.

Yeğenimin İngilteredeki evinde oturuyorum şu anda, şükürler olsun başımı sokacak bir yer bulabildim. Oda olmasaydı allah bilir nerde yaşardım. Ha şu anda da bir sene boyunca başımı sokacak bir yer yok ama, duydum ki Hyde Park’ta güneş alan bir yer varmış, oraya diyorum bir çadır kursam. Fena olmaz hani. Doğa ile iç içe mis. Durumları dramatikleştirmeyi severim ne de olsa. O kadar kötü değil durumum bakmayın siz. Herşey yolunda. Bu işler böyleyMİŞ, ilk günden ev bulamazMIŞsın. Öyle dedi former Londonersssss. Bizde ona göre işlerimizi yoluna koyduk yavaş yavaş. Ailelerimizin destekleri, arkadaşlarımızın destekleri ve sabırla birlikte. Ama bir şeyler doğru değil..

Ne kadar yanında ailen, arkadaşların ve seni seven diğer bir sürü insan olsa da, aslında bu işte bir yalnızlık var.. Her ne kadar destek alsanda var eksik bir şeyler, bazen etrafında çok insan olsa da yalnız olduğunu hissedersin. Güler yüz, pozitif enerji, herşey yoluna girecek, the secret metodları uyguladığını sanırsın ama bazen istediğin birilerinin seni anlaması. O kadar yorulursun ki elle tutulmayan bir sürü kafanın içinde dönen problemlerle, düzeltilmesi elinde olmayan problemlere kafa yorarsın, çıkış yolu ararsın, ama bulamazsın..

Bazı şeylere yalnız göğüs gerersin. Sana destek olanlar esas destek olunması gereken konularda yanına bile yanaşamazlar. Kimseye bir şey söylemezsin, herşeyi kendin çözmeye çalışırsın, bazılarına göre problemlerin küçük görünür halbuki o sadece buzdağının görünen kısmını problem sanır, altına bakmaz. Sende göstermezsin onu. Belki anlar dersin, ya da havadan anlamalarını beklersin. Her ne olursa olsun, ister hayat arkadaşın olsun, ister kardeşin, ister kardeşinden yakın dostun olsun.. Bazı şeylere yalnız göğüs germek zorundasın.

Artık 15 yaşında da değiliz ki, yavaş yavaş kendi ayaklarımızın üstünde durup, yalnız başımıza hayata atılmaya başlayacağız.. O zaman da kendi kendimize bir hayat kurmak için çok çalışıp, çok fedakarlık edip, çok yalnız kalmak zorunda kalacağız.. Böyle olması lazım, hayatta hiç bir şey oturduğun yerde ayağına gelmez. El bebek gül bebek büyütüldük, mangallar yandı, altımıza arabalar çekildi, gezdik tozduk ama bu kadardı. Bu vakitten sonra kendi cep harçlığımızdan başlayarak, kendi ev kiramızı ödeyebilip gezmeye başlamaya kadar dişimizi tırnağımıza takıp eşşecik gibi çalışmak lazım. Bunları yaparken de çok zaman yine yalnız olacağız.

Bu hayat bizim, yalnız başınasın çünkü, bir tek kendin varsın ve kendin için bir şeyler yapabilmek için yalnızlığına sarılıp ondan güç alman lazım. Yalnız olmak demek, güçlü olmak demek, yalnızlığı ile başaçıkabilen bir insan ve yalnızlığının güzelliğini kucaklayan insanlar çok nadirdirler. Sarılın onlara, onlar kendi yalnızlıklarını bildikleri için sizi de asla yalnız bırakmazlar. Güçlüdürler. Sizide güçlendirirler. Yalnız olan insanları arada bir yalnız bırakın ama çok değil, bu işlerde bir yalnızlık olsa da bazen sarılmaya ve güçsüz olmaya da ihtiyaç duyarlar. Yere düşünce kendileride ayağa kalkabilirler ama küçücük bir el yardım ederse de hayır demezler.


Kıssadan hisse, her işte bir yalnızlık var, bu işlerde bir yalnızlık var. 

Thursday 4 September 2014

Bir Beden. İki Kişi.

Bu yaz muhteşem bir yazdı, aynı sınıfta okuduğum arkadaşlarım, ortamdan tanıdıklarım sevdiğim çoğu insan Üniversiteden mezun olmuştu. Bu arada bende aynen 4 senelik çalışıp, didinme, bunalımlar, bayılmalar, stresslenmeler, kendini kaybetmeler vebenzeri bin bir türlü fiziksel ve duygusal komplike durumlar sonucunda o diploma buraya gelejeeeek dedik ve geldi! 

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım o diploma'yı almaya giderken, giydiğimiz cüppelerden midir yoksa gerçekten aldığımız başarıdanmıdır bir gurur bir hava vardı ki sormayın gitsin.. Sanırsın diplomayı alınca iş hazır, evler, arabalar, yatlar, katlar o great hall'ın dışında bekliyor olacaktı. Ama olsun be, o duygu, o cüppe, elimde olsa her gün giymek isteyebileceğim suni bir gurur mekanizması. Eveeet mezun olduk!!! Yihu , kutlamalar, sarhoşluklar, bayılmalar, bardak tokuşturmacalar.. E bir sonraki adım? Kısmet, alnımızda ne yazdıysa o. 

Kim görse aynen bu cümle ile karşılıyorlardı beni : "Tebrikler Avukat Hanım!! Hayırlısı olsun daha nice başarılara!" 

O cümleyi söylüyorlardı ya, sanırsın bir Harvey Specter, sanırsın bir Jessica Pearson var içimde. (Suits dizisini izlemeyenlere söylüyorum, bunlar böyle çok paralı New York'un tepesindeki camlı koca binalardan aşşağıya bize pis fakirler diye bakıp havyar ve şampanya ile beslenen avukatlar oluyor).

Çok teşekkür edip, aynı gururu onlarında yaşamasını dilerken bir yandan da aynı sorulardan yoruluyorum. Ee bir sonraki adım? Bir arap şeyhi bulup evlenip, evimizde 89 tane beyaz kaplan ile yaşamayı planlıyorum. Arkadaşlar, anneler, büyükler bu devirde yeni mezun birine gelecek planları sorulmaz! Cebinde beş kuruşu yok, iş bulamaz, napacağını bilmez, mezun oldu diye bunalımdadır yeni mezunlar! Yapmayın gözünüzü seveyim, siz o soruyu her sorduğunuzda bizim başımızdan aşşağı kaynar sular dökülüyor. 

Bana o soru her zaman sorulduğunda ise böyle ip istiyorum asılmaya. Böyle yanımda portatif bir ip taşısam mesela şöyle soruyu sorduklarında ipi çeksem yer yarılsa da yerin dibine girsem. O soruya cevap vermektense yer altında solucanlarla arkadaş olur geleceğimi düşünmem daha iyi. Benim için ise bu daha kötü. Çünkü benim içimde iki tane karakter var. (Şizofren değilim, acaba mı la?!) 

Bu karakterlerden biri, gözü yükseklerde, kalem eteği ve müthiş topukluları ile gelecek vaad eden bir avukat hanım kızımız. Avukat olmasa bile o camlı koca binaların içinde hukuk departmanında herhangi bir sıfat ile çalışan bir birey olacağım. O kalem etek giyilejek! Ama o yüksek yerler var ya, hayatını feda edeceksin, bu böyle kimse aksini iddia edemez.

 Eğer statü istiyorsan, kariyer yapmak istiyorsan ve o chanel çantayı takmak istiyorsan bütün gençliğini heba edeceksin karrreşim. Çalıştık biliyoruz, hele ki ben stajyer olarak çalıştım, stajyer dediğin ne ki, fotokopi makinası ile dostluk kuran bir birey, boş işler müdürü, ayak bağı. O halde bile saat kaçlara kadar kalıyordum ofiste, ben deyim 6 sen de 7. Ee eve gidiceksin de soyunup döküleceksin de dinleniceksin de yemek yapacaksın ohooo gün biter oldumu sana haftanın 5 günü böyle.. E ne yaşadık? Enerjin yok bir kere ama o camlı binanın üst katlarına çıkacaksan, başarıya giden yolda çekilen çile kutsaldır diyeceksin, canın çıkana kadar çalışacaksın bebem, başka yolu yok. 

Benim içimdeki diğer karakter ise, özgür kız. Nil Karaibrahimgil'in turkcell reklamı için çektiği bir klip vardı bildinmi? Öyle otlaklarda gitar çalıp söylüyordu küçükken ne özenirdim o hatuna. Mesela tek yapmak istediğim, sırt çantası alıp, ilk uçak nereye ise oraya! Adana falan olmasın yalnız burada otantik, deniz kenarı, sıcak iklim bir yerden bahsediyorum. Bali mesela. (Dipnot: o Bali'ye elbet bir gün gidilejek arkadaşlar. Evleneceğim Adama Dipdip not: Balayında beni Bali'ye götürmezsen hayatını cehenneme çeviririm. Happy wife, happy life. Eh? :)) ) 

Neyse konudan sapmayalım. Böyle cebimde hiç param olmasın, otostop çekerek gezeyim, garsonluk yapayım, deniz kenarı mümkünse, surf yapmayı öğreneyim (Buda içimde bir ukde olarak ölecem ha, o Blue Crush filmindeki gibi bir surf yapamadan göçüp gidejeeeem :( ) .. Sonra yemek! Evet!!! Bir sürü abuk subuk yerli yemeklerden yiyeyim! Her ülkenin, şehrin özelliğini barındıran en antin kuntin yemekleri yeyim! Şişmanlayım! Mutlu şişmanlayım ama.. Hiç böyle oturaklı bir hayatım olmasın, yerim belli olmasın.. Göçebe gibi gezip dolaşayım, bir sürü arkadaş.. 

Ben çok Amerikan filmi izliyorum biliyorum. Hep bundan bu içimde yaşadığım kişilik bölünmeleri..

Allahta seni bildiği gibi yapsın Amerikan sineması, iki kişiliğim var ikisi de senin eserin. İleride büyük adam olunca size dava açıcam bak görürsünüz, psikolojimi bozdunuz be. Normal insan gibi, evleneyim çoluk çocuğa karışayım tek odalı evim olsun gibi benzeri hayallerim olsaydı nolurdu?! 

Ah Amerikan sineması.. Ah bu okuduğum kitaplar.. Ah bu Amerikan dizileri.. Kültürlü olacağım diye daha beter manyak oldum ya. Oda ayrı bir olay..

Hangi karakter birinci gelecekmiş bir 10 sene sonra öğreneceğim heralde. 

Ya bir fragmanı izleseydim bari neler olacak, ne gibi bir hayat olacak? Ha? Olmaz mı? 

Tamam ya, yaşıyorum ben öyle gelişine o zaman. Gelişine geldiği gibi fırsatlara vururum o zaman, vurup gol mu olur yoksa outamı gider top. Bakalım. Gelişine bi gelsinde o top, Messi mi Sabri mi olurum orası tartışılır. 


Sunday 24 August 2014

Suçtur Kadın Olmak İstanbul’da

Kadın oldun mu, başını öne eyeceksin arkadaş. Bu böyle.. En azından bu ülkede böyle.. Geçen sene ki gibi bu sene de bir aylığına staj’a geldim İstanbul’a.. Benim bu şehri ne kadar sevdiğimi bilmeyen yoktur. Her zaman her şehrin kötü tarafları olduğu gibi bu şehrin de kötü tarafları var.. Mesela trafiği.. İstanbul trafiğinden şikayet etmeyen yoktur bu ülkede.. Ben bile geze geze gitmeyi sevdiğim halde İstanbul trafiği zamanı gelir beni bile çileden çıkartır ama gel gelelim o uzun süreli trafikten sonra Beşiktaş vapurunu son dakika yakalama heyecanı ile vapura atlayıp denizde seyir haline girince bütün o trafiğin sağladığı sinir bozukluğu bir anda uçup gider.. Vapur gezisi benim zaten en çok sevdiğim gezme türü..

Bineceksin vapura, alacaksın çayını ve iki yakayıda göre göre gezeceksin hele tam güneşin batışına denk geldiysen, böyle bir keyif başka yerde yok .. Ve bunlar sadece 2.15 TL’ye.. Bu 2.15 TL’ye ne dahil bir de biliyormusunuz? Sözlü taciz, göz tacizi hatta çok şanssızsanız el ile taciz.. Ama açık giyindiysen senin hakkın bu tür tacizler, ne de olsa tahrik ediyorsun karşındakini.. Eğer kadınsan bu  tür tacizlere maruz kalmak zorundasın. Kadın olmak başlı başına suç bu ülkede.

Her gün okuyoruz, İstiklal’de kaç kişiye tecavüz edildiğini, elle taciz ve hatta önce tecavüz sonra cinayet.. Bunları bildiğimiz için, gayet kapalı giyinerek İstiklal caddesin de yürüyoruz, Cumartesi gecesi, müthiş kalabalık ve babamız, dedemiz yaşındaki insanlar gözleri ile iğrenç bir şekilde taciz ediyorlar, kadın olduğun için orda utanç duyuyorsun.. İstanbullu çok yakın bir arkadaşımın bizi uyarmıştı “Laf atanlara dönüp laf söylemeyin, ne olacağı belli olmaz diye.”

Benim gibi biri için laf söylemeden yürüyüp gitmek gururuma yedirebileceğim bir şey olmadığı için nasıl sinir olarak yürüyordum belli değil. Hatta göz göze gelmemek ve duymamak için başımı öne eğip yürüyordum. Kadın olduğum için başımı eğip yürüyordum! Bana biri Kıbrıs’ta laf atsa veya durup baksa nerde olursam olayım üstüne yürür hatta kafasına ne bulursam geçiririm herhalde. Bu benim, ve benim gibi bir insanı başını öne eğdirip yürütüyorlar. Bunu başarıyorlar. Güzel, çirkin, zayıf, yabancı, Türk olman bir şeyi değiştirmiyor, eğer cinsiyetin kadınsa bitmişsin arkadaş, en başta suçlusun, yediğin bütün lafları hakediyorsun. Doğuştan haksızsın. Bize öğretiliyor, taksimde şort giyilmesin veya oranı buranı kapat diye, kim ne isterse giyer kime ne?! Sen esas oğluna tecavüz etmemeyi öğret, o hastalıklı kişiliğini al Cerrahpaşa’ya veya Bakırköy’e götür belki tedavisi vardır belki insan olur.

Cinayetin hiç bir haklı sebebi olmadığı gibi, tacizin, tecavüzün de haklı hiç bir sebebi yoktur. Kadın isterse kıçını başını açar, isterse bikini ile gezer, bu senin ona hastalıklı gözlerin ile bakıp aman tahrik oldum diye düşünüp tecavüz etme hakkını veya taciz etme hakkını vermez! Hata mahkemelerde, hata bunları yetiştiren kültür de, hata “yüce” ceza sisteminde. Sen eğer tecavüz’ü bir kere haklı çıkartmışsan bitmişsindir. Tahrik unsurunu hafifletici sebep olarak sunarsan, tecavüzü suç olarak göstermezsen, senin kızına da karına da tecavüz etmek kaçınılmaz olmuştur. Kendi ellerinle ülkedeki bütün erkeklere tecavüzün tacizin suç olmadığını ilan etmişsindir.


Bir kadın olduğum için bunları yazmak benim görevim, o taciz edilenler benim hemcinsim, benim kardeşlerim ve bu benim midemi bulandırıyor. Ağır gelebilir yazı, ama gerçekler bunlar. Gözlerimizi kapatıp kabullenedebiliriz, başımızı eğip yürümeye devam da edebiliriz, hiç bir şey olmamış gibi yapabiliriz. Böyle yaptıkça tecavüz edenlerden, taciz edenlerden hiç bir farkımız olmadığını kabul etmiş, en az o suçları işleyenler kadar iğrenç bir kişiliğe sahip olduğumuzuda kabul etmiş oluruz. İstanbul’u çok seviyorum, ama kadınsan ve eğer bu şehre veya bu ülke’ye adım atıyorsan, her şekilde suçlusun, aksini iddia eden ise hayatında hiç İstiklal caddesinde gezmemiştir. Net. 

Thursday 14 August 2014

Hani Biz Marjinaldik?!

Şimdi gündemimizde olan en azından beni her allahın günü şahit olduğum veya günde bir doz olsun aldığım bir muhabbetden bahsetmek istiyorum. Nişan ve Evlilik. Ay allahım o kadar fazla bu konunun içindeyim ki bir seneden fazladır hastalar oldum. Nişan deyince bir taraflarım kaşınmaya falan başlıyor. Öncelikle, üniversite’yi bitirdik, etrafımızda tanıdığımız bizden bir kaç yaş büyük kişiler, aynı okula gittiğimiz bayan ve bay arkadaşlarımızın nişanları gündemde hep. Ben burda daha nerde içsem, daha nerde dağıtsam derdindeyken onlar yuva kurmakta ilk adımlarını atmışlar bile.

Biz mi daha olgunlaşamadık yoksa onlar mı daha çabuk olgunlaştı? “Onlarda mı nişanlandı??!” Diye tepki verdiğimizde ise “Eee kaç senedir beraberler bir isim konulması lazımdı.” Diye cevaplar alıyorduk. Yahu, ne ismi? Zaten bir ilişkileri varmış, neyin ismi? Kimin için? Hayır yani Üniversite bitti, eh bundan sonraki adım bir iş bulup evlenmek. Nee?! Efendim? Efendiler yesin bizi.

İçten içe istiyoruz abi evlenmeyi, nişanlanmayı. Yokmuş ben evlenmem, önce kariyermişde bilmem ne. Yalan dolan. Evlenmek için eğitildik. Çocukluktan beri düğünlerde küçük gelin olmuşluğumuz var, hop bilinçaltına anında etki bir. Ben çocukken ne zaman düğüne gitsem gelinlere hayran hayran bakarım, böyle peri gibi olmuşlar gibi gelirdi ve bütün ilgi onların üstünde. Gelin ile damat içeri girerken bütün gözler gelinde, dikkatinizi çekiyorum “gelinde”! Çünkü damat işte aynı takımı giyiyor gibi geliyor bana ama gelin dedinmi hep farklı bir gelinlik ve hep farklı bir güzellik.

Amerikan filmlerine bakalım, benim en sevdiğim dizilerden biri Sex and the City, orda bile evlilik için yanıp tutuşuyorlar. Diğer bütün filmlerde de evlilik baş rolde, tanışıp aşık olup sonra saçma sapan bir nedenden ayrılıp sonu saçma sapan bir yerde evlilik teklifi ile sonuçlanıp sonsuza kadar mutlu yaşadılar ile kapanıyor. Alın bilinçaltına bir başka etki. Kafamızda o son sahne varya, evlendikten sonra sonsuz bir mutluluk resmi yerleşiyor kafamıza, sanki evlilikte bütün gün evde o şekilde takılıyorlar. Biri de çıkıp sonrasında ne oluyor diye cevaplamıyor. Misal ben bu sene gerçek boşanmalarla hukuk okuduğum için ders sayesinde karşılaştım. Gerçekten happily ever after diye birşey yokmuş.

Her kızın içinde vardır abi bu gelin olma hayali kimse yalan söylemesin. Şimdi düğünlere bile gittiğimizde gelin buketi atılma merasiminde bir çok kızımız “Ay yok ben hiç gelemem öyle saçma adetlere ama alem olsun diye gidelim bakalım” deyip o buket havalanınca gözler hedefe kilitlenip onun kendisine gelmesi için bana gel bana gel diye içinden dua etmeyen yoktur. Eğri oturup doğru konuşalım o buketi çok kapmak isteyip hiç kapamadık arkadaşlar. Gelin buketini kapmak saçma, nişanda kurdele yutmadık bile, hatta telli baba türbesine bile gitmedik. Hiç, biz marjinaliz, inanmıyoruz, saçmalık.

Ama sorsan “Yok yeaa ben evliliğe karşıyım, kariyerime odaklıyım hiç inanmam öyle şeylere, birlikte yaşamak evlilikten daha güzel. Hem daha çok gencim, gezip tozucam hiç bana göre değil öyle evde oturup usturuplanmak.” Hayır, genlerimizde var düğün, nişan, kına adeti, her türk kızının genlerinde bulunan bir kod bu nede olsa yapacak pek bir şey yok. Hem ne bu havalar, sevdiğin erkek önünde diz çöküp, elinde kocaman bir taş ile benimle evlenirmisin dediğinde, öyle kalır evet diye çığlık atarsın.

Aman sonumuz havada gelin buketini yakalamaya çalışığı pistin orta yerine boeing 380 gibi iniş yapan bekar hanım kızımız gibi olmasında. Eninde sonunda o kına yakılacak, o kız isteme olacak aga. Sen istediğin kadar marjinal takıl bizde elalem mensubu anneanneler, toplum baskısı altında kalmış aile bireyleri ve hele de küçük bir toplumda yaşıyorsan, yerler senin marjinalliğini türk kizi. 

Tuesday 22 July 2014

Aşk Nedir? Yemekmidir? Yenir midir?

Yıllarca aşk'ın nasıl olduğunu, neler hissettirdiğini okuduğumuz kitaplardan, etrafımızda gördüğümüz ilişkilerden ve en önemlisi Amerikan sinemasından öğrendiğimiz kadarını, nasıl olduğunu öğrendik veya öğretilmeye çalıştık.. 

En önemlisi The Notebook filmi, bu filmi izleyipte ağlamayan ve "ah gerçek aşk bu bunu bulmalıyım!" Demeyen insan yoktur.. Peki aşk nedir? Nasıl anlatılır ? Kime göre neye göre? Aşkın tek bir tanımı olsaydı eğer zaten herkes tek tip birine aşık olurdu, anlatılan ve bize öğretilen hislerden yola çıkarak bu hissiyatı betimlemek gerekirse tek bir açıklaması tek bir hissiyatı olması gerekirdi. Halbuki herkes farklı kişilere, farklı karkterlere aşık oluyor.. 

Hoş aşk diye bir şey varmıdır yoksa sadece bir aldatmaca mı orasıda muamma.. Ama ortada bir his olduğu doğrudur.. Herkesin hayatında benim düşüncem bir defa yaşayabileceği bir his.. Herkesin kendince açıklayabileceği ve kendinin bileceği bir şey gibi.. Öyle bir his ki "Aşk nedir?" Sorusuna her zaman "Yaşayınca görürsün.." cevabı verilen ve yaşanılınca anlaşılan bir duygudur.. Herkese göre aşk farklıdır.. İşe duyulan aşk, bir anne ve babanın çocuğuna duyulan aşk ve hepimizin başına gelen hiç bir kan bağının bulunmadığı bir insan'a duyulan aşk.. 

Aşk'ı aşk yapan his nedir peki? Kaç tane his'in bir araya gelmesiyle böylesine yüklü bir duygu ortaya çıkıyor? Hayatında tanımadığın bir insan'a nasıl bu kadar fazla duygular besleyebilirsin? Aşk'ın bileşenleri nedir? Ve gerçekten benim dediğim gibi insan hayatında bir defa mı aşık olur? 

Oluyorsa neden insanlar aşık olduğu insanlar ile hayatlarını ayırıyorlar? Bir ilüzyon mudur? Yoksa gerçekten etrafımızda olan biten herşeyin bize empoze ettiği bir duygu mudur? Aslında insan'ın içinde olmayan ve sadece empoze edilmiş bir duygu mudur? Ama duygu herhangi bir bilgi gibi nasıl empoze edilebilir ki? Yoksa aşk denilen şey gerçekten var mıdır?

Bu kadar güzel bir duygu ise neden çoğu insan acı çekiyor ki? İki insan bir birine deli gibi "aşık" olduğu halde neden bir arada olmuyor? Veya olamıyor? Neden hem bu kadar güzel ve yüklü bir duygu aynı yükte de acı veriyor? Bir insan hem mutlu iken mutsuz olabilir mi? Bu nasıl olabilir? Aşk denilen şey de bu mümkünmüş belli ki.. Yazılan kitaplar, çekilen filmler hepsi bunu gösteriyor..

Bizim jenerasyonumuzda peki bu aşk'ın sonu kötü mü bitiyor yoksa iyi mi? 

Genel olarak aşk güzel midir yoksa acı çekmekmidir? 

Aşk nedir? Yemek midir? Yenir midir? 

Monday 30 June 2014

Olursa Olur, Olmazsa Lahmacun Yeriz.

Biz bu Türkler vallahi çok değişik bir milletiz ha. Olan her olayı kendi açımızdan iyi olması amacı ile Atasözleri ürettik. Misal, her olmayan işte bir hayır vardır. Şahsen ben bu söze çok fazla inanan biriyimdir ama bu sözü bir açıklığa kavuşturalım, gelen vurmuş giden vurmuş her türlü boklavat olmuş sonunda iyi bir şey olduğunda da işte diğer işler olmadığı için sonunda iyi bir şey olmuş, o işler olsaydı çok mutsuz olacaktım. A benim güzelim, a benim ciğerim, zaten o kötü işler olduktan sonra normal insanların yaşadığı hayatı yaşayınca mutlu olmuş gibi oluyorsun. Olmuyor yani, uydurma. 

Bir şeyi 40 defa söylersen olurmuş, ben günde 40 defa özel uçak istiyorum hani? Kapımın önüne bir tane bile gelmedi. Bu sözü de neye dayanarak söylediklerini de anlamıyorum ya orası da ayrı bir tatava. Olursa ne ala, olmazsa pekala. Al işte, yemenili Pollyanna, ya istediğim bir iş olmazsa ben sinir krizi geçiririm ne olmazsa pekalası, önüme çıkan herşeyi ve herkesi yıkasım geliyor yok bir kolum gitti olsun öbürü var diye bakacağım. Ben birşeyi istersem olur, benim atasözüm ise olursa olur, olmazsa Lahmacun yeriz, sinirden insana yeme geliyor hani ya, banada lahmacun arası adana falan yiyesim geliyor işte. 

Nasıl oluyor bu işler? Gerçekten olmayan işlerimizde bir hayır varmıdır? Yoksa bu kendimizi kandırmanın bir başka şeklimidir? Beklentilerimizi mi düşürüyoruz da sonrasında mutlu olabiliyoruz? Daha mı pozitif oluyoruz?

Okul durumlarında, iş durumlarında hepsinde aynı şey geçerli. Örneğin, ilk üniversitelere başvurduğumuzda esas başvurduğumuz üniversiteden kabul alamayıp başka üniversite’ye gidip pekala da mutlu olduk. İstediğimiz işi alamayıp başka iş’te başlayınca da aynısı. Peki ya ilişkiler de.. En muamması da bu..

Amerikan sineması sağolsun doğru kişi diye bir şey çıkartmış başımıza. Notebook veya Sex and the City’deki gibi bir aşk yaşamayınca o doğru kişi değilmiş dedik mesela.. İlk beklentilerimizi çok yüksek tutup sonrasında düşürdüğümüz için mi sonrasında mutlu oluyoruz acaba? Yoksa gerçekten doğru insan varmıdır? Doğru insan nedir tam olarak? Kültürümüzde belirlenmiş kriterler var mesela, karakterlerin uyumlu olması dışında her türlü etkene önem veren bir kültür.. İşi varmı? Kimlerdendir ya? Ne okudu? Ne kadar kazanıyor? Evi varmı? Vs vs.. bunlara önem veriliyor.. 

Ammanda istediğimiz kişi’nin ailesinin kötü bir namı varsa ülke de.. abov.. o beyefendi de kesin kötü.. Genelleme yapmak gibi olmasın ama en azından insan bir geri duruyor.. Önemli olan birey olarak nasıl biri olduğuna bakılması.. İnsanımız sağolsun FBI’dan beter bir kapsamlı araştırma yapıyor ki, neler neler.. Herkesin bağımsız birer birey olduğunu kabul etmeden doğru insan olduğu’nu nasıl bileceğiz mesela? Materiyal üzerine kurulmuş birazda bu doğru insan ile bir hayatı paylaşmak, bir yerde haklı olabilirler de aslında, nasıl olsa gülücükler ve birbirine olan bağlılık eve ekmek veya süt getirmiyor ne de kira ödüyor, ailelerimizin aşırı korumacılığından doğan bir durum ve tabii ki bizim rahat yetiştirilmiş olmamızdan.
İnsan hayatını ruh eşini bulmakla geçiriyormuş diyordu bir kitap’ta.. 

Yünan mitolojisinden alınan bir hikaye ile açıklamak gerekirse eğer Tanrıların kralı, göklerin hakimi  Zeus'un yarattığı insanlar eskiden dört kollu, dört bacaklı, bir kafada iki ayrı yüze sahip, sırtlarından birbirlerine yapışmış şekilde ve her insan çift  olarak yaşar şekildeymiş. Bu insanlar çifter çifter mutlu şekilde yaşamlarını sürdürürken, keyiflerine düşkünlükten dolayı tanrıları Zeus'a şükretmeyi unutunca Zeus insanları uyarmış. Kendisini unutan halka krallığına yakışan bir ceza vermek isteyen Zeus, onların huzurunu toplamak için kolları sıvamış. Bakanların gözlerini kör edecek kadar parlak olan bıçağıyla insanları ikiye bölen Zeus onların ruhlarını da ikiye bölmüş. Artık her insandan iki tane varmış, yani birbirinin eşi olmayan ama birbirinin eşi olan parçalar her tarafa dağılmış. Zeus insanları diğer parçalarından ayrı yaşamakla lanetlemiş ve böylelikle ömürleri boyunca ruh eşlerini aramaları için onları cezalandırmış. Bizde hala bu ruh eşlerimizi mi arıyoruz acaba? Yoksa bulduk mu? Hepsi meçhul.. Belirsizlik yine geldi..

Herşey olacağına varır diyoruz, olmayan işlerimiz bir gün olur, aradığımız ruh eşlerimiz elbet bir gün karşımıza çıkar veya çıktı..

Bakalım, daha yaşımız genç, üniversite'den yeni mezun olmuşuz, endişelenmeye mahal yok..

Olursa olur, olmazsa Lahmacunumuzun arasına adana kebap koyar, 300 kilo olarak hayatımıza devam ederiz diyelim. Hayırlısı. 

Sunday 8 June 2014

Biri Bana Bu Olanları Açıklasın

Kader nedir gençler? Aramızda buna inanan var mı ? Ben şahsen arada deredeyim.. Daha çözemediğim onca şey varken hoppalabayram şimdi de kader diye adlandırılan zamazingo’yu anlamaya çalışıyorum.

Nereden aklıma geldi bu zamazingo onu da anlatayım tabii..

Otelimizde konaklayan bir müşterimiz ile sohbet ederken o anlattı.. Avustralya’da yaşayan iki birbirinden habersiz Türk, Bodrum’da karşılaşıyorlar ve bir birlikteliğe başlıyorlar, daha sonra bunu yürütemediklerini düşünüp ayrılıyorlar.. Bundan 1 sene sonra ikisi de birbirlerinden habersiz ama aynı zamanda gittikleri tatil olarak ilk önce Paris’te karşılaşıyorlar neyse tesadüf diyorlar, 3 ay sonra yine ikisi de birbirinden habersiz aynı zaman’da yine tatil için gittikleri Barcelona’da yine karşılaşıyorlar ve şimdi bu hafta evleniyorlar.

Bu inanmadığımız ve daha alaturka olursak alın yazısı diye adlandırdığımız şey  nedir a dostlar? Bunun bana biri açıklamasını yapsın, şahsen ben dinlerken çenem yere düşmüştü ve YOK ARTIK! Diye haykırmıştım.  Allahtan iyi kalpli bir müşteriydi de gülüp geçmişti haykırmama.

Neyse konumuz o değil.  Konumuz... NASIL?!

Hayır enerji’ye inanan bir insan olarak, yani hadi bir nebze ikisininde enerjisiyle oldu deyebilirim ama ıı cx olmuyor, aklım almıyor böyle tesadüfü.

Mesela kiminle nasıl olacağımıza ne karar veriyor, kim karar veriyor nasıl oluyor? Bunun işleyiş şekli ne? Biriyle tanıştığımızda mesela belki de tek bir kelime ile herşey alevleniyor, ya da biriyle tanışmamız nasıl oluyor? Yanlış sokak’a girip tanışanların hikayesi çok mesela.. Ya o sokağa girmeseydi o kız yine de birlikte olurlarmıydı? Ya Avusturalya’da yaşayan Türk’ler hiç o tatil yerlerinde karşılaşmasalardı bugün yine evli olurlarmıydı?

Herşey oluruna varır diyoruz da .. Nasıl? Nasıl bir düzen ki bu, herşeyi oluruna vardırıyor.


Mesela kim olduğumuz nasıl belirleniyor? Kim belirliyor bunu? Yoksa bilim adamlarının dediği gibi biz aslında bir Matrix programımıyız? Programmıyız yani? Nasıl biz SIMS oynarken, karakterlerimiz bir birine aşık olsun diye, benzer karakterlerde yapıyorduk ve sonunda aşık olup bebek yapıyorlardı. Böyle bir programın içindemiyiz?

Mantığımın alamadığı şeyler, hadi enerji deyip geçelim.. Kader olmasın bunun adı, bu kader-kısmet kelimeleri lugatımda yok ne de olsa.. Enerji desek... Nasıl yüklü bir enerji barındırıyoruz ki biz içimizde, istediğimiz gibi, sevdiğimiz ve sevebileceğimiz, hayatımızı birlikte geçirebileceğimiz bir insanı yanlış yola saparak, internet üzerinden veya gittiğimiz bir tatil yerinden bulabiliyoruz?

Enerji’yi verdik vermesine de, o nasıl bir işlem ki  böyle sonuçlar veriyor.

Bu nasıl bir sistem biri bana açıklasın.

Beynim patates’e döndü yemin ediyorum, kaynamadan biriniz alsın şu patates’i kafamdan.

Şimdiden çok mersi. 

Thursday 29 May 2014

Hatıralar ve Boş Kutular

Bitti işte... 4 Senelik bir maraton’un daha sonuna geldik.. Her sene yaptığım gibi yine odamı topluyordum, etrafta boş kutular.. Kutuların içine girecek olan 4 senelik eşyalar.. Kapandıktan sonra kutulara ne zaman ve nerede tekrar açılıp dizilecekleri belirsiz.. Belirsizlik, en kötüsü de bu.. Normal de üniversite’yi bitirdiğime sevinmem yerine içimde bir rahatsızlık, bir mutsuzluk, bir boşluk. Seneye nerede olacağım, ne yapacağım, bir sonraki adımım ne olacak hepsi belirsiz! İlk geldiğimde hatta bu senenin başında bile üniversite’nin bitmesi için gün sayıyordum, gel gelelim ki bitti, koskoca bir dönem bitti, hayatımın büyük bir bölümü bitti.

Şimdi bakıyorum da 2010’da buraya gelen Sedef ile şimdi bu boş kutuların etrafında oturan Sedef arasında dağlar kadar fark var. 4 sene önce biri bana bu kadar üzüleceğimi söyleseydi, bir tarafımla gülerdim, gülerdim de işte iyi ki de gülmedim şimdi üzgünüm çünkü.. Üzgünüm çünkü burada yaşadıklarımı en güzel yıllarım en çok özleyeceğim yıllarım olarak kalacak, burada yaşadıklarım, burada ki arkadaşlıklarım.. edindiğim en güzel hatılarımın tekrarı olmayacak. Şimdi ki arkadaş grubumla allah bilir bir daha ne zaman böyle bir arada olacağım.

Bir adım sonrası yok. Şimdilik yok, ama elbet olacak.. Zamanla ne istediğimi, ne yapacağımı, nerede olacağımı bileceğim. Tek tek hepsini çözeceğim.. Bitmiş gibi de gelmiyor aslında, sanki Eylül’de yine bu kutuları boşaltıp yeni odamda yeni bir dönem’e başlayacakmışım gibi.. Hem çok gerçek geliyor, hem de hiç gerçek gibi değil. 4 sene dile kolay.. Burada geçirmişim hayatımı. Herşey çok değişmiş, şimdi nereye ait olduğumu, nerede yaşamak istediğimi, nereye nasıl uyum sağlayabileceğimi bilmiyorum..

Bu 4 senelik maraton’da çok ta yoruldum.. İnanılmaz yoruldum, arada dinlendim, yere düştüm, bileklerimi burktum, herkesin yanımdan geçip birincilik kürsüsü için yarıştığını gördüm.. Onları gördükçe devam edemedim.. daha beter geri çekildim.. en arkada kaldığım anda anladım sonra.. önemli olan maraton’da birinci gelmek değilmiş.. Önemli olan o bitiş çizgisine varabilmekmiş.. Maraton’dan sonrası önemli.. O maraton’un sana neler kattığı, kendini ne kadar zorlaman gerektiği, pes etmemen gerektiğini en en önemlisi kaçıncı olursan ol o maraton’u bitirebilmenmiş.

Ve ben benim için zor olanı yaptım.. Hukuk okuyabileceğimi bu Maraton’u yarılayabileceğimi bile düşünmezdim, ama pes etmedim, ne kadar yorulmuş olsamda, ne kadar su kaybetmiş olsamda hep gözümün önünde bitiş çizgisi vardı, ve benim için kaçıncı olduğum değil o bitiş çizgisine gelmekti en önemli olan. Ve geldim..

Geldiğim anda birinci gibi hissettim, çünkü benim için zor olanı yaptım. Bir Üniversite’yi bitirdim. Hemde 21 yaşımda. En geç yarışmacılardan biri olarak.

Bununda altından kalkabildiysem eğer önümdeki diğer maratonlarında altından kalkabilirim.


Önemli olan bitiş çizgisini görebilmek ve oraya varabileceğine inanabilmek.. 

Sunday 13 April 2014

Bizi Değil Disney Filmlerini Suçlayın..

Disney filmleri ile büyümüş bir kız olarak yaşım kaç olursa olsun, Disney hangi filmi çıkarırsa çıkarsın izlerim, bunda utanacak gocunacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Disney filmlerinden kastım, Pamuk Prenses, Aladdin, Uyuyan Güzel ve daha bir çoğundan bahsediyorum, Hannah Montana ya da Zack and Cody gibi dizilerden değil.

Geçenlerde Disney’in Frozen isimli filmini izledim, ve bayıldım! Film zaten en iyi animasyon film dalında Oscar almış ben kimim ki bu filmi beyenmeyeceğim? Onu geçtim bu film’i ben kesinlikle ilerde çocuğum olursa özellikle kızım olursa ona da izleteceğim, bizim gibi hayal dünyasında yaşamasın yavrucak. Bizim bildiğimiz Disney filmlerinden çok farklıydı bu film.

Bize eski Disney filmleri neler öğretmişti öncelikle kısaca onları hatırlayalım.
               -Mükemmel olmamız gerektiğini, kız dediğin bakımlı, saçları taranmış, incecik belli ve minik ufak tefek bir şey olmamız gerektiğini,
              -Beyaz atlı prensimizin geleceğini, ve gerçekten zengin, işi gücü yerinde, yakışıklı ve aşkla bakan gözleri gördüğümüzde işte o beyaz atlı prensimizin olacağını ve karşımıza çıkan her erkeğin böyle olacağını,
              - Herşeyin bir müzikal gibi olacağını ve gerçek aşk’ın sadece bir erkek ve bir kadın’ın arasında olabileceğini, hiç bir şeyi gelecekte evleneceğimiz erkek’ten fazla sevemeyceğimizi,
              -Kısacası, güzel olduktan sonra karşımıza ilk çıkan erkek hayatımızın aşk’ı ve evleneceğimiz adam olduğu...  En fenasıda, evlendikten sonra ne olduğunu bilmememiz.. “.. and they lived happily ever after..” bu cümle var ya bu cümle.. bu cümle bizi bitirdi.. Peri masalları ve gerçeklik arasındaki farkı görmememizi sağladı. Birini bulduktan sonra ayrılmanın ne demek olduğunu biz gerçek hayattan öğrendik ve bu çok acıttı. Bizi hazırlamadığın için çok mersi Disney!!!

Peki Frozen’da öğretilen şeyler ne idi?





Öncelikle ilk sahnelerdeki bu uyanma sahnesi! Allahım, çizenin ellerine sağlık, senaryo’da buna yer verenin aklına sağlık! Evet baylar biz kızlar aslında böyle uyanıyoruz! Rapunzeldeki veya Uyuyan Güzel’deki gibi full makyaj ve mükemmel saçlar ile değil. Boom Reality! Bu hem ilerde bunu izledikten sonra büyüyen hanım kızlarımız için kendine güven teşkil ediyor ve onlarla birlikte olacak olan oğlanlarında beklentilerini düşürüyor! Biz hiç bu kadar şanslı olamadık, varsa yoksa Barbie bebek gibi uyanmaktı hayallerimiz, ama olmadı, bir prenses’te bizim gibi uyanıyor diye bilinç altına işledimi çocuklara, well played Disney well played.         


      İkinci olarak, bu sahne! Teşekkürler senaristler, teşekkürler Disney! Evet çocuklar ilk gördüğünüz adam ile evlenemezsiniz. Bunuda biz 21 yaşına gelmeden önceki filmlerdede kullansalardı ya. Ama yok, ne gereği var, biz her ilk karşımıza çıkan adam ile evlenmeyi sizin önceki filmlerden öğrendik, şimdiki çocuklar çok şanslı ya, valla.
-          



      Evet pek beyaz atlı olmayan Prens, prensesimiz bu iyi aile çocuğu prens ile evlenmek istiyordu, ilk görüşte aşk sanıyordu.. Ama ne çıktı? Bu çocuğumuz sadece kraliyeti ele geçirmeye çalışıyormuş! Bakışlar öyle söylemiyor ama di mi? Bende izlerken öyle düşünmüştüm, hatta filmin sonlarında yaptığı şeytanlıkları görünce şaşırmıştım, “Bu bizim prens değil miydi ya?” Diye düşündüm, burdan çıkarttığımız ders ise, her atıyla gelen prens prens değildir çocuklar.



-         



      

       Beyaz atlı prensimizden sonra, bir de köy’de kendi işini yapan bir delikanlımız var burda, resimde göründüğü gibi ekmeğinin peşinde koşturan bir delikanlı. İlk bakışta aşk olmadı tabii ki prensesimiz ve bu delikanlı arasında, hatta birbirlerine gıcık bile oluyorlardı. Bizim çocuk prensesimize sadece yardım ediyordu, sonrasında ise aralarında kıvılcım olmaya başlamıştı tabii. Burdan çıkarttığımız ders, illa ki hayatımızın prensinin gerçekte prens olmasına gerek yok, herhangi bir olabilir. Önemli olan, iyi bir kişiliğe sahip olması ve bizi gerçekten sevmesi, gerisi boş. Bir prensesin bir köy mensubu ile birlikte olduğunu görüyoruz burada. Bunu göstermenin tam zamanıydı Disney, artık büyüyecek delikanlılarımız fiyakalı araba ile değil fiyakalı bir kişilik ile hanım kızlarımızı tavlayabilecekler. Tam da medya’dan ümidimi kesmiştim, rahatladım.




-         
Ve Olaf! Gerçek dost, bu kardanadamımız dostu için kendini erimeye bile feda etmişti.. İşte gerçek dostluk.. Sadece kendi çıkarları için dost diye geçinen insanlar ve gerçek dost arasındaki farkı da bu kardanadamımız sayesinde gençlerimiz öğrenecek sağolsunlar.
-         






Son olarak gerçek aşk.. Yaşasın, sonunda bunu düşünebildiniz senarist arkadaşlarım.. İki kardeş arasındaki aşk gerçek aşk olarak çıkıyor bu film’de ve hayattaki gerçeklikleri yine en güzelinden gençlerimize empoze ediyor bu sahne, kim gelirse gelsin gerçek sevginin ve gerçek aşk’ın, karşılıksız aşk’ın aile olduğunu savunuyor! Böylelikle hanım kızlarımız hayal dünyasından çıkıp, biraz daha gerçeklikle bağlantı  kurabiliyorlar!

-         Yine her Disney film’inde olduğu gibi bu film’de de sihir baş rol de tabii ki.. Burdan çıkarttığımız ders ise, ne isterse olsun, ne kadar gerçeklik olursa olsun, bazı gerçeklikte bile biraz sihir işimize yarayabilir, ve ne zaman ne olacağı hiç belli olmaz.Sadece o minik kıvılcımı beklemek lazım, insan’ın sihir’i kendi içindedir.. nasıl ve ne zaman kullanacağı ise sadece kendine bağlıdır.

Teşekkürler Disney, teşekkürler senaristler ve emeği geçen herkes, 21 yaşında olupta hala bizi animasyon filmleri ile etkilemek her yiğidin harcı değil. Hep böyleydi ve hep böyle olacak, Disney filmleri ile büyüdük onlar ile yaşamımıza devam edeceğiz sanırım, içimizde hiç büyümeyecek bir çocuk bıraktığınız için tekrardan teşekkürler Disney!


Saturday 5 April 2014

Çelişkiler ve Profiteroller

Açık konuşmam gerekirse benim içim şişti artık ciddi konu yazmaktan, okumaktan ve konuşmaktan . İğrenç saçma sapan haberler her gün gündemde, insan olmaktan utandığım, iğrençliklerle dolu bir sürü gündem ve haber almış başını gidiyor. Yok tavuğa tecavüz, yok twitter'ın kapanması, yok Türkiye'nin seçimleri, yok yazmamız gereken tezler, yok iş başvuruları, yok master başvuruları, yok ortalama tutturma çabaları.. Yok yok yok! Ay bunaldım yeminlen çok bunaldım. Geçtiğimiz günlerde bir nefes alamadık ki anasını satayım. 1 haftalığına Kıbrıs'a gittik ordada zaten bu olaylar peş peşe kafamızı meşgul etti. 

Onu geçtim, herşeyi geçtim bir de yaz geliyor allaaahh... Herkes gym'de, herkes bütün kış çalışarak elde etmeye çalıştıkları ve elde ettikleri vücutları gösteriyor.. Ben napıyorum? Önümde kocaman bir içi kremşanti ile doldurulmuş profiterol parçaları ile bu insanların vücutlarına bakıp, ağlıyorum. Hayır şimdi tatlıyı kessem, diet'e girsem, spor'a başlasam ancak yaz sonuna istediğim gibi bir vücuda sahip olurum. E ne anladık biz bu işten? Ne de olsa o zamana kadar kış gelecek, zaten kış'ta bol kazak giyerek göbeğimizi ve kot pantolon giyerek selülitlerimizi saklayabiliriz. Çelişki dolu bir hafta geçirdim açıkcası. O olsa öbürü olmaz, öbürü olsa diğeri olmaz. Bir şeye sahipken diğerine sahip olamıyorsun abi. İstese insan herşeye sahip olurmuş, yok canısı olmuyor öyle şey, siz hiç duydunuzmu hiç çalışmadan, kitabın kapağını bile açmadan sadece istediği için çok yüksek notlara sahip olan birini? Duyduysanızda inanmayın, saman altından su yürütür o, mutlaka çalışmıştır herkesten gizli. Tamam istediğini elde etmek için çalışmak çabalamak gerek, kimine göre çok kimine göre az.. AMA! Hem gezip, hem tozup, hiç bir fedakarlık yapmadan yüksek not almak imkansız, en azından benim için. Hem onu, hem onu yapamıyorsun işte. Birinden birini bırakacaksın, fedakarlıkmı neyse bununda adı.. Laf. 

Hep çelişki tam çelişki... Bakmayın siz böyle lafazanlık yaptığıma.. Çalışmaktan hep bu düşüncelerim.. Geleceğim belli değil, 5 dakika sonra ne olacağım belli değil ama burada ben dışarıda açan mis gibi güneşi sırf geleceğinden bile emin olamadığım bir gelecek için harcıyorum. Elimde olan en güzel zamanlarımı, yılın en güzel zamanını evde kapalı harcıyorum, ne için? Kocaman bir belirsizlik için. 

Düşün düşün, yaz yaz bi bok değişeceği yok, eşşecik gibi evde oturup çalışıp, çalışırken de ne varsa yeyip günün sonunda yüksek not ve kocaman bir göbek ile inşallah bu üniversiteyi de bitireceğim. 

Bitiremezsem de zaten pılımı pırtımı toplayıp Congo'ya yerleşip ota böceğe tapacağım. 

Yeter bu kadar lafazanlık şimdilik, daha büyütmem gereken bir göbeğim ve yükseltmem gereken notlarım var. 

Wednesday 5 March 2014

Çırılçıplak Gerçeklik

Süper kahramanlar ile büyüyen bir neslin çocuğu olarak ben kendimce her zaman süper güçlere inanan biri olmuşumdur, yani fantazi dünyamda diyelim kendi kafamda kurduğum Ütopya'da yani. Bir yerde bir resim görmüştüm, resimde bir sürü hap vardı ve hapların altında teker teker hapların ne işe yaradığın yazıyordu. " Hayal edin,  tek bir seçme şansınız olsaydı hangi süper gücü seçerdiniz..?" Seçenekler arasında, aşırı hızlı olmak, görünmezlik, akıl okuma, aşırı güçlü olma, uçabilmek ve daha bir çoğu.. Ben direk sorgulamadan akıl okumayı seçerdim diye geçirmiştim içimden. Sonrasında neden diye sorguladım.. İnsanların aklını okumayı, onların ne düşündüğünü öğrenmek istediğim için.. Peki sorunca öğrenemiyormuyduk? Pek değil.. Güvensizlikmi? Yoksa şüphecilik mi? Kimseye inanamamamı? 

Bir insan'ın gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek, aklını okumak aslında korkutucu.. Bunu yapamamamızın sebepleri var.. Bazen gerçekleri öğrenmek o kadar muhteşem bir şey değil aslında, bazı şeyler kapalı kalmalı belki de.. Ama kafamızdaki soruları, içimizdeki paranoyayı bastırmak için karşımızdaki insanın gerçekten ne düşündüğünü öğrenmek istemekten başka çaremiz olmaz.. 

Nedense inanmıyoruz, inanıyoruz ama her zaman altında bir şey arıyoruz.. Daha önce yaşadıklarımızdan mı? Güvenimizin sarsılmasındanmıdır bu kadar insanların ne düşündüğünü öğrenme çabamız? Karşındaki sana düz ve açık şekilde ne hissettiğini, ne düşündüğünü söylüyor ama sen hala bunun gerçek olup olmadığını kestiremiyorsun.. Gerçek gibi geliyor ama herşeyin en kötüsüne kendini hazırlayan bu savunma mekanizması "Dur bakalım, oynuyor olabilir, gerçek olmayabilir, sen yine de kendini bırakma, tam anlamıyla kapılma!!!" Diye uyarıyor.. Halbuki önündeki gerçek.. Gerçek olamayacak kadar güzel.. Ama yediğimin beyni dinlemiyor ki.. Düşünüp duruyor.. Düşünmese iyi organ aslında. 

Bazen akıl okumayı düşünmek yerine, hareketlere bakmalı.. Anı yaşamalı, ve ne isterse olsun ağızdan çıkan yalan bile olsa, düşüncesi tam aksi bile olsa ağızdan çıkana inanmalı insan.. Yalanlarada ihtiyacımız var, bazen onlarıda duymak gerek.. Gerçek tüm çıplaklığıyla ortada olunca çirkin oluyor çünkü.. Üstüne güzel aksesuarlar ve güzel bir trench coat geçirdikten sonra daha seksi oluyor.. Öyle si daha güzel, olması gerektiği gibi.. Hayatta hiç bir şey sebepsiz olmaz deyip gerçekliği üstü kapalı bir şekilde gerekirse biraz yalanlarla yaşamak daha iyi.. 

Gün gelecek o gerçek çırılçıplak çok güzel görünecek o zaman işte ne savunma mekanizması kalacak ne de kafada dolaşan çakal düşünceler.. Gerçek olacak, bir olacak ve hayattaki en güzel şey olacak..

 Buna alışmak için ise az biraz zamana ihtiyacı olacak insanın hepsi bu ve az birazda sabır.. 

Çok bir şey değil.. 

Friday 31 January 2014

Tekrardan Çocuk Olsak Mesela..

Geçen gün küçüklük resimlerime bakınca hatırladım aslında ne kadar özlediğimi çocuk olmayı, güçsüz olmayı..  Bugünlerde bana birşeyler oluyor.. Hayatımda bilipte aslında bilmediğim güzel değişiklikler, üniversite’nin son ayları.. Büyüyorsun işte..  Büyüdükçe bazı şeylerin kıymeti artıyor bazılarının azalıyor. Eskiden çok önem verdiğim şeyler önemsiz, önem vermediğim şeyler önemli oluyor. Sonra bir anda kaybetme korkusu bastırıyor içimi..

Eskiden herşey çok daha kolaydı, büyümenin iğrenç bir şey olduğunu ben geçtiğimiz bu iki senede öğrendim.. Esas büyümenin ne demek olduğunu üniversite’ye geldiğimde anlayacağımı sanmıştım.. Ama gel gör ki şimdi şimdi anlıyorum.. İlk geldiğimde “Oh be! Özgürlük, anne baba yok, karışan yok, kendi kendinin patronusun! Yes be! İşte bu!” dedim.. Yalnızlık müthiş bir şey dedim, kendi kendine yetmenin ne demek olduğunu, zorlukların altından yalnız başına kalkmanın, bir nebze olsa da kendi ayakların üstünde durmanın ne demek olduğunu anladım.. Kimse söylemedi ki kendi ayaklarının üstünde durmanın bu kadar yorucu olacağını.. Bırakıyorlar kendi başına, artık kendi kendinin patronusun hayatına kendin yön vereceksin diyorlar.. Üniversite’yi bitirdikten sonra, hayatına nasıl devam edeceğini, nereye gideceğini, ne yapacağını sana bırakıyorlar.. Müthiş bir şey.. Aslında değil..

Hasta oluyorsun, çorba yapacak annen yok, boğazına iyi gelecek viski ve ballı şurup’u hazırlayacak babacığın yok yanında.. Uzakta.. Yan odaya gidip sarılacağın ailen yok.. Varsa yoksa kendin varsın, yalnızsın.. Çocuk olsaydın, çocuk bile değil, lise de olsaydın en ufak bir problemde gidip ağlayabileceğin ailen yok.. Çok uzaktalar.. Özlüyorsun, deli gibi.. Zaman akıp gidiyor, tutamıyorsun, bir tutsan.. Bir durdursan bu zaman’ı... İçine sine sine sarılsan ailene, zaman’ın akıp gitmesinden korkmadan.. Düştüğünde tutsa seni.. Utanmadan yaralarını açabilsen, bir sarı ilaç getirseler sana, iyileştirseler.. Olmuyor.. Kendi başınasın, aileni düşünüyorsun, baş ettiğin problemlerden bahsedemiyorsun.. Süperkahraman olan baban ve annen’e hiçbirşey anlatamıyorsun, üzülmesinler diye.. Uzaktalar, kafalarında bin bir türlü şey var zaten, bir de beni düşünmesinler, bir de bana üzülmesinler diyorsun.. Ama en çokta onlara ihtiyacın olduğunu biliyorsun.. Bir sarılsan, bütün yaraların kapanacak, bütün problemler çözülebilecekmiş gibi geliyor.. Büyüyorsun işte.. Alışıyorsun buna da.. Biliyorsunda her konuda yanında olduklarını, ne yanlış yaparsan yap seni kabul edecek tek ve yegane insan olduklarını, ama susuyorsun, bir şey söyleyemiyorsun..

Eskiden olsa, babam bizi Pazar sabah’ı “Get up stand up, fight for your rights!” şarkısıyla öperek uyandırsa.. Annem televizyonu’nu açsa, çay yapsa, Pazar sabahlarının vazgeçilmezi olan Bereket Pidelerinin kokuları doldursa evin içini.. Kahkahalar çıksa, saçma sapan konulardan konuşsak, sohbet etsek.. Sonra teyzemler gelse, kahve yapıp dedikodu yapsak.. Eskiden hep böyle geçerdi günlerimiz.. Bize normal bir gün gibi gelirdi, gel gör ki aslında en güzel günlerim o zamanlarmış..

Burda kalkıyorsun, kendin hazırlıyorsun kahvaltını, Pazar’ların eski anlamları kalmamış, kendi kendine başka anlamlar yüklemeye çalışıyorsun, işe de yarıyor ama aynı tadı vermiyor..

Ben yine çocuk olmak istiyorum, kazık kadar kız olsamda yine babamın ve annemin kucağına oturmak istiyorum.. Büyümek istemiyorum ben, hayata atılmak, kendi paramı kazanmak istemiyorum bugün.. Bugün mezun olmak’ta istemiyorum.. Kendi hayat özgürlüğümü veya ekonomik özgürlüğümü kazanmak istemiyorum..

Ben yine babasının dizinin dibinde, annesinin kucağında, onlara muhtaç olan, onlarsız nefes bile alamayan küçük bir çocuk olmak istiyorum..


Tuesday 14 January 2014

Cevaplar Kitabı

Geçen gün, yine arkadaşlarla biz Kıbrıs'ımın en güzel yerlerinden biri olarak gördüğüm Lefkoşa'da surlar içini bir ziyaret'e gittik.. Büyük Han'a spesifik olmak gerekirse.. Hava güzel dedik bir kahveni içmeye geliriz Büyük Hancığım diye düşünüp düştük yollara.. Ben o surlar içini o kadar çok seviyorum ki, bana hep eskiyi hatırlatıyor.. Düşündürüyor'da kaç senelik duvarlar ve surlar, ne savaşlar ne barışmalar, kaç hayat, kaç aşk, kaç hatıra barındırdığını düşündükçe merakla doluyor içim.. Her tarafında hiç bilipte görmediğim ama sanki hep birilerinin anıları varmış gibi geliyor.. Yaşanmışlık olduğunu hatırlatıyor, bizden önce olanların yaşanmışlıkları ve bizden sonra geleceklerin yaşanacaklarını yansıtıyor bana.. 

O kadar yaşanmışlık arasına girmeminde sebeplerinden biri Büyük Han'da eski bir kitapçının olması.. Daha önceden başkalarının okuduğu kitaplar satılıyor, buram buram yaşanmışlık! Ben her ne kadar yeni bir kitap alma taraftarı isem de onlardan bir tane almak istedim, belki içinde bir not bulurum ya da merak ettiğim o yaşanmışlıklardan bir parça.. Bakınmaya başladım ve bir kitap gözüme çarptı.. Kitabın adı "Cevaplar Kitabı".. Allah allah dedim bu nedir acaba diye göz gezdirmeye başladım.. 

Ne olsa beğenirsiniz efendim? Bu kitap işte hayatta cevabını bilmediğin veya emin olmadığın soruların cevabını veriyormuş, bak sen, ne akıllı kitapmış.. Bir kitap senin bütün hayatını, yaşadıklarını bilecekte sen içinden soruyu geçirip işte sayfaları çevirince karşına çıkan cevap doğruymuş da bilmem ne.. Ya allah aşkına bu kitabı yayınlayan kitap evine mi yanayım? Yazan yazaramı yanayım? Yoksa alan tüketiciyemi? Deneyim dedim herhalde enerji ile ilgili bişeyleri var dedim çünkü başka türlü bir çıkış yolu bulamadım, inanayım bari dedim, denedim.. 

Sorumu çok spesifik tuttum işte "bu sene iyi bir ortalama ile mezun olabilecekmiyim?" Gibi bir soru.. Cevabı ya evet ya da hayır olması gereken bir soru.. Cevap ne olsa beğenirsiniz "Denemeye devam et, ruh ikizin çok yakında." Haydaa.. Gerçekten soruma aradığım cevabı bulmuştum.. La havleee.. Yani ilk çok müthiş bir fikir gibi gelmişti bana, yani düşünsenize kafanızda bir soru var ve çat bir kitapta hepsinin cevapları yatıyor.. Düşünün, bu akşam ne yesem? Ispanak! Nasıl müthiş değil mi? 

Ya da olsa bir kitap, ne hissettiğimizi kelimelere dökse, içimizi okusa bize de cevaplar verse, aklımız ve kalbimiz bir kum ve su karışımı gibi karıştığında ayırabilecek olan süzgeç olsa.. Karışıklıkları çözse, her soruya cevap bulsa.. Bizde kendimizi yemekten, sorgulamaktan, düşünmekten bu kadar kafamızdaki sayısız senaryodan kurtarsak.. Güzel olurdu .. İşte bu kitap'ta öyle bir şeydi, teorik olarak güzel ama pratikte biraz imkansız.. Düşünce müthiş, insanoğlunun tamda istediği şey.. Düşünsenize kitabı geçtim direk önümüzde kocaman bir kütüphane olsa, bütün kitaplar kategorisine göre sıralanmış, kafanda beliren sorunun konusuna göre kitap seçiyorsun o kütüphane'den ve cevabın önünde..

 Düşünsene sorun var ve cevabı önünde, direk Ütopya'da yaşamak gibi bir şey.. Ama gel gör ki, bizi biz yapan bu sorular.. Herşey kolay olsaydı İsviçre'deki gibi hayat çok kolay hop intihar edelim biz tarzı bir duruma düşünebilirdik.. Sorgulamak için yaratıldık, sormak öğrenmek keşfetmek için.. Yavaş yavaş, hata yaparak, sorulara yanlış cevaplar vererek yaşamak özümüzdeki.. Deforme olarak görüledebilir ama insan olmak böyle bir şey..

Cevaplar Kitabı olsaydı güzel olurdu ama ya, yani en azından kişi başına yılda bir kere sormak için kullanmanın bir mahsuru olmazdı bence. Kısmet, belki oda olur bir gün.. Şaşırtın bizi bilim adamları, şaşırtın! :)