Sunday 30 December 2012

Geçen Senelerin Rafları..


Bu 2012 ne zaman geldi, ne zaman bitti açıkcası ben hiçbirşey anlamadım.. 



İlginçtir ki 2012’ye girdiğim an ile şimdiye kadar olan süre hayatımın en güzel zamanlarıydı.. Bu yüzden şu anda bu güzel seneden çıkmayı reddediyorum! Ben duygusal olarak reddediyorum tamam ama gariptir ki vücudumda reddediyor, çünkü şu anda kendimde yataktan kalkacak gücü bile bulamayarak gribal enfeksiyonun kurbanı olarak öyle mal mal yatıyorum. Sanki bedenimin üstüne bir gergedan oturmuş gibi, kafam yastıkla adeta sevgili ayrılamıyor, su bile içmek için kalkamıyor yazık o kadar aşık. Bunlar olmadan önce laptop’um kucağımda olduğu için en azından yılın son yazısınıda yazayım dedim.

Ben bu yılbaşı akşamlarını oldum olası garip bulurum, insanlar öyle umutlar içerisinde ki sanki 31 Aralık’ta olan sorunlar 1 Ocak’ta olmayacak, ayrı bir boyuta girecekmiş gibi hazırlanıyorlar. Piyango bileti bile alanlar var (onlardan biride benim) sanki büyük ikramiye çıkacak ve yat alıp “kanarya adalarında” yaşamaya başlayacaklarmış gibi bir hayaller bir gerçekçilikten uzak havalar falan. Herkes yeni bir senenin başlangıcı olduğu için bir sevinç bir mutlulukiçinde..

Bana gelince ise ben hep bir hüzünlü bir garip olurum. Bunun sebebi ise ben herşeyin sonunda hüzünleniyorum, son kelimesinden ise nefret ediyorum. Film’in sonu, okuduğum kitab’ın sonu, yemeğin sonu, arkadaşlarla geçirilen çok güzel bir gecenin sonu.. ben bu sonlardan nefret ediyorum.. çünkü son demek yeni bir başlangıç demek, yeni bir başlangıç demek ise, yeniden alışmak, yeniden keşfetmek, yeniden tanımak demek.. Alışılmış olduktan uzak ve meraklı bir başlangıç acaba sonu nereye varacak diye.. Herşeye yeniden başlamak kolay fakat herşeye başından başlamak var ya.. o çok yorar işte. Halbuki bildiğimiz bir şeye devam etmek, tanıdığımız, keşfettiğimiz veya çözdüğümüz oh en güzeli en rahatı o bence.

Yarın’dan sonra yaşanılan onca şey, “Geçen Sene Rafına” kaldırılacak.. geçmiş olan, mazi olan güzel şeyler hep o raflarda gizlenecek.. belki bazen aklımıza gelir’de bakmak isteyebiliriz diye çöpe atılmayacak anılar,hep orda tutulacak.. Zaten yapacak birşey yok zaman istesekte istemesekte geçiyor güzelliklerle, çirkinliklerle veya pişmanlıklarla her anı o raf’a kaldırılıyor.

Benim O rafım çok çirkin ama, hep tozlu, hep eski..  1992’den beridir o raf var çünkü hayatımda.. bir göz gezdirince içim hep buruk oluyor.. yaptığım hatalar veya pişmanlıkları görünce sinir, yaşadığım güzellikleri görünce ise hüzün kaplıyor içimi..geçmiş geçmiştir çünkü, geri gelemez ve bunu görmek acısıyla tatlısıyla üzüyor insanı.. düşündürüyor beni.. bunları tekrar yaşayabilecekmiyim? Bu anılardan daha güzeli hayatıma eklenecekmi?  Atmak itesemde o rafı atamıyorum hep orda durmak zorunda  çünkü yeni bir sene’nin yeni bir raf’a ihtiyacı var..

O zaman def edelim geçen 2012’yide o tozlu raflara, gelsin bakalım bu 2013 bu tertemiz raf’a.. bakalım bu temiz sene bize eski raf’a kaldırmamız için neler hazırlamış.. gelsin bakalım.. ama hep güzelliğiyle  gelsin sadece bunu istiyorum ve sabırsızlıkla bekliyorum! 

Saturday 29 December 2012

Ah Kıbrıs’ım, Kıbrıs’ım....

Kıbrıs bir ada mıdır? Evet. Cennetten bir parçamıdır? Tartışılır..

Yaklaşık 3 aydır kendi doğup büyüdüğüm ülkemden ayrı yaşıyordum, tabi çok büyütülecek bişey değil 3 senedir bu böyle her 3 ayda bir İngiltere’ye gidip Kıbrıs’a geri dönüyorum. Her gidişimde hiç geri dönemeycekmişim gibi her döndüğümde ise keşke hiç geri gelmeseydim diyorum. Bunun sebebini hala kendim bile çözebilmiş değilim. İngiltere’de okurken geçen zamanlarda Kıbrıs’ı özlüyorum ve geri geldiğimdede binpişman oluyorum, ama bu sefer geldiğimde neden olduğunu gayet iyi çözdüm sanırım..

Uzaktan davulun sesi hoş gelir diye bir atasözü vardır, bugünlerde bu söz’ün anlamını daha iyi anladım. Bir zamanlar Kıbrıs insanı vardı, herkes hoşgörülü sıcak kanlı ve anlayışlıydı..Sohbeti tatlıydı ağzımızın tadı vardı.. yediğimiz yemek, içtiğimiz su daha bir tatlı gelirdi..içilen kahvenin 40 yıl hatrı vardı hiç kimse yapılan iyiliği unutmazdı.. Küçük bir toplum olarak kardeştik hepimiz, herkes herkesi tanırdı ve yapılan bir yanlış hepimize yapılırdı.. en önemlisi toplum olarak “huzurumuz” vardı..  ve hiç bir ırka benzemezdi benim güzel halkım, ya bu hep böyleydi yada biz herşeyi tospembe görüyorduk..

Ama bu halktan şu sıralar hiç eser kalmadı..

Geriye sadece kalan, mutsuz, huzursuz, saygısız ve tahamülsüz bir halk..
Arabaların camlarından küfürler savruluyor.. yollar kapanıyor.. insanlar evlerine ekmek götüremiyor.. Kimsenin ağzının tadı kalmamış.. Pazarları yapılan kebaplar bile artık mutlu edemiyor bu halkı.. Her iki kelimeden biri ne olacak bu ülkenin hali.. Herkes kara kara bunu düşünüyor..

Ve Lefkoşam.. ah güzel Lefkoşam..

Yasemin kokan Lefkoşa, yerini çop kokan, kapkaranlık, terkedilmiş bir şehre bıraktı.. gece oturduğumda kulak veriyorum bu şehre.. neler söylüyor diye.. Haykırıyor adeta, ben çok yoruldum bu halka hizmet etmekten, yaşlandım artık yanlız başıma ayakta duramıyorum.. diyor.. Ağır yaralı, çok ağır darbeler almış belli.. gelen vurdu giden vurdu.. her gelen daha beter etti.. Elinden kimse tutmuyor.. tutamıyor, çünkü kimsenin gücü kalmamış, halkta bu şehirle birlikte ağır darbeler almış çünkü, mağdur olmuş.. halk kendisine yardım edemiyor ki şehrine yardım etsin..

Herkes çözümü başka ülkelerde arıyor.. göç ediyorlar, savaş olmadığı halde insanlar ülkesini terk etmek zorunda kalıyorlar.. Ve bende.. bu şehirde yaşanırmı artık, savaşmaya değer mi diye düşünüyorum.. Savaşmak.. öyle bir durumdayız ki kendi insanımızla savaşmaya hazırlanıyoruz.. adeta kendi içimizde bölünmüş ve teker teker kopup parçalanıyoruz.. Kimsede farketmiyor aslında yavaş yavaş yok oluyoruz..

Üzülüyorum.. ülkemin yavaş yavaş elden gitmesine seyirci kalmakla adeta kahroluyorum!

Baştakilerde 3 maymunu oynuyorlar..“Refahtayız, uçuyoruz” diyorlar.. Ve kimse şunu anlamıyor.. Bu ada bir gemi ve biz hepimiz bu geminin içindeyiz.. eğer bu gemi batarsa hepimiz onunla birlikte dibe batacağız..
Parası olanda, olmayanda.. En başta olanda, olmayanda.. Savaşanda.. Savaşmayanda.. 

Sunday 23 December 2012

Yaş 20..


Bu yazımı yazarken inanılmaz karamsar bir psikolojide yazdığımı öncelikle bildirmek isterim, eğer modunuz çok güzel ve hayattan keyif alıyorsanız şu anda bu yazıyı okumayı bırakın!

Ve şimdi gelelim Fasulye’nin Faydalarına...
Senelerdir  bir göçebe hayatı yaşıyorum ki ohoo sormayın gitsin, ordan burdan taşınıp, devamlı tatillerde ülke değiştirmekten artık gına geldi ve şu anda küçük çaplı bir kimlik bunalımı yaşadığım da evet, Doğrudur!

Ben kimim? Hayattaki amacım ne? Ben bu mesleği yapabilecek kapasitedemiyim? Ben bu mesleği hayatım boyunca yapmak istiyormuyum? Hayata atılmaya hazırmıyım?
Bunlar hala gizemini koruyan sorular. Durdum düşünüyorum 20 yaşıma giriyorum ve hayatımda neler başardım? Topluma elle tutulur bir şekilde katkıda bulundummu? Kendime bir katkım oldumu ? Ben bu yaşa kadar boş olmayan ne yaptım diye kafamda deli sorular dolanıyor.

Öyle bir yaş ki bu yaş, sadece gelecek üstüne kurulmuş bir yaş “şimdi” kelimesi anlamını yitirmiş herşey geleceğe dayalı artık, çünkü ani kararlar verip anı yaşamayı kaldıramaz bu yaş. Artık 18 yaşında değilim çünkü “teenager” dediğimiz dönemi arkada bıraktık, artık davranışlarımızın mesuliyetini almakla yükümlüyüz, ne de olsa bir buçuk seneye elimde diplomamla bir “Avukat” ünvanı ile mezun olacağım ve o ünvana uygun şekilde davranmalıyım. Şu anda “evde oturup çalışıp iyi bir dereceyle mezun olmak” ile “dışarı çıkıp gençliği yaşamak” arasındaki ince çizgide duruyorum. Evde otursam olmuyor, dışarı çıksamda olmuyor. Araftayım anlaycağınız! Nereye ait olduğumu çözemiyorum. Dışarı çıkıp çılgınlar gibi eğlenip içip içip dağıtıp, düşünmeden hareket edemeyecek kadar yaşlıyım ama iş hayatına atılıp, çalışamayacak kadarda gencim!  

Birde bunların üstüne “ Eh okulda bitiyor, kısmet nerde kısmet?” diye soranlarda olmuyor mu.. buyrun efendim burdan yakın. Okulu geçtik, işi geçtik birde evlenmek kaldı! Bir oydu eksik.
Yok efendim bende kısmet falan yok, beni köşede gördüğü anda çekti gitti, gelenide ben teptim. Şimdi durup dizinizi dövebilirsiniz bende bu kafa olduktan sonra siz “kısmeti” daha çok beklersiniz.

Yaş 70 iş bitmiş derler ya, yalan! Bende yaş 20 iş çoktan bitti.

Böyle b
**tan bir yaş ki nefret ettim! Ben ki doğum günülerine aşırı derecede önem veren bir insan olarak, doğum günü kelimesini bile duymak istemiyorum.

Ve bana geçen yıllarımı geri verin, doğum günü pastası hediyeleride sizin olsun! 

Thursday 20 December 2012

Yemin ederiz azıcık içtik, bu halimiz doğuştan!


Anılarımıza her sene geleneksel olarak düzenlenen Aralık yemeklerine bir yenisi daha ekleniyor.
Yine hepimizin gurbet ellerde çektiği yemek ve aile hasretini gidermenin vuku bulduğu bir gece yaşanıyor. Herkes peşpeşe kapıdan ellerinde yemeklerle giriyor eve..birbirimize sarılıyoruz hasret gideriyoruz. Hazır gelen yemeklerin yanı sıra mutfaktada bir sürü yemek pişiyor!

20 kişilik bir grup ve herkes aç! Vaktin yeterli olmaması korkusuyla herkes birbirine hızla birşeyler anlatıyor, kahkahalar yükseliyor evden. Herkes birbirini yakalamaya çalışıyor, yetişemiyoruz!!

Fırın adeta doğuruyor çıktıkça yemekler çıkıyor herkes bir telaş içinde sofraya oturmayı bekliyor. Mutfakta bulunan 20 kişi hazırlanan yemeklerden çaktırmadan yiyor ve farkedilmemeye  çalışıyorlar.

Koskoca bir mutfak maratonundan sonra gülüşmeler eşliğinde sofraya sonunda oturuluyor. Tabi yemeğe geçilmeden önce sofranın bir güzel resmi çekilip, düşman çatlatırcasına herkes “instagram’ına” fotoğrafları atıyor. Veee ziyafet başlasın..

Elden ele yemekler değişiyor, bazıları yemek yerken kendini kaybediyor bayılıp tekrar ayılıyorlar. Geldikçe tabaklar geliyor, sanki yemekler gittikçe birbirlerine değerek çoğalıyorlar gibi.. Herşeyden almak isteniyor ama midede yer kalmamasından korkuluyor. Şaraplar geliyor, börekler gidiyor.

Herkes halinden memnun, yemekler yenildikten ve kısa bir mide fesatından sonra herkes başlıyor anlatmaya.. Başlarından geçen olayları, duydukları dedikoduları..sohbet gide gide uzuyor.. zaman yetmiyor, o kadar paylaşılacak anı var ki.. Şarapların verdiği yetkiyle kendimizi şarkıcıda ilan ediyoruz, ellerimizde şarap şişelerinden olan mikrofonlarla şarkılar söyleniyor, herkesin içinden peş peşe adeta bir Sezen Aksu bir Sertab Erener çıkıyor. Meğer ne gizli yetenekler varmış.. meğer masadakiler içinde neler barındırıyormuş.. şaşırdık.

2012’nin sonunda gerçekleşen yemekten sonra ise herkes tek tek başlıyor 2013’ten beklentilerini anlatmaya.. Herkesin farklı bir hayali, farklı bir beklentisi var, dinliyoruz.. içimizden de dua ediyoruz herkesin beklentileri yerine gelsin diye..

Ama kimse umursamıyor o gece hayatı, herkes halinden memnun, herkes o an’ın büyüsüne kapılıp gitmiş.. Mutluyuz ve sadece birlikte olduğumuz için mutluyuz.

Gecemizin sonlandığını kapıdaki sohbetlerden anladık, bir sonraki buluşmanın ne zaman olacağı konusunda karar verilmeye çalışılıyor.. ve herkes evlerine dağılıyor.. Üstümüzden sanki kamyon geçmişçesine yorgunuz,  gece hissettiğimiz karın ağrısıda ne kadar güzel bir gece geçirdiğimizin bir kanıtı oluyor..

Ve düşünüyorum, insanın böylesine bir ailesi olması ne kadar önemli, sadece yemek ve sohbetten aldığımız keyif herşeye değiyor. Zaman geçtikçe sohbetlerimiz dahada çoğalacak ve böyle gecelerimizde ikiye katlanacak biliyorum.. ..ve zaman herşeyi ama bu aileyi asla değiştirmeyecek bunuda biliyorum..İyiki varsınız ve iyiki hayatımdasınız, bana bu güzel geceyi yaşattığınız için hepinizede tek tek minnettarım!!

(Bu gecede emeği geçenler.. Tijen, Serhat - Demet Apakgün. Sabiha, Laden,Gaye - Özker İldeniz. Fevziye, Hüseyin,Buğra - Özer Oker. Çiğdem, Uluç - Sahil Cam. Semen,Turgut,Dila- Mehmet Salih Hacıali.)

Saturday 15 December 2012

Platonik Aşkım Kostantinopolis.


Kulağımda Nil Karaibrahimgil’in İstanbuldayım şarkısı,taksimdeyim.. Nevizade geceleri, midye dolma’lar, sokak şarkıcıları..simit satan çocuklar, çiçek satan yaşlı teyzeler.. Bir yanda rakım ve mezelerim,diğer yanda içine daldığım düşüncelerim.. düşünüyorum.. Bir kulak versek aslında kim bilir ne hikayeler barındırır bu şehir.. Ne ayrılıklar, ne barışmalar yatar bu sokaklarda.. bu güzelim sokakların dili olsada konuşsa.. Bu tramvayda kim bilir kaç kişi sevdiğinin arkasından baka kaldı, belkide ayrıldıve ağladı.. belkide diğer sokağın sonunda başka bir insan, aslında o giden tramvayın gelmesini bekliyordur içindekilerle birlikte.. belkide sevdiğini bekliyordur..

Her sonun bir başlangıcı olduğunun en basit bir örneği aslında bu.

Bir sürü farklı kültürü içinde bulundurup, nasıl hala bu kadar orjinal kalabilir ki bir şehir?
Bir gün taksim’de saç baş dağınık en salaş elbiseler’le kokoreç yiyen ertesi günü şık şıkırdım Nişantaşı’nda latte eşliğinde macaron’unuda yiyebiliyor.

Birde ‘Küçük Beyoğlu’ var.. bütün gençlerin buluştuğu biraların içildiği ve müziğin sadece kahkahalar olduğu bir mekan.. Ne para,nehayat gaylesi sadece sohbetin güzelliği kalıyor insanın aklında..

Her türden insanın bulunduğu büyülü bir şehir..Çoğu insanda bu şehre aşıktır,bir sevgili gibidir, dışardan bakılınca kusursuz içerden bakınca pürüzlü.. ne onunla ne de onsuz, ve başka hiçbir şehre benzemez güzel İstanbul..


Ve ben bu şehir’e aşığım..

Yıllardır karşılık bulamayan bir aşk bu. Hiç bir zaman tam olarak bir arada olamadık ki nasıl karşılık bulsun bu aşk. Yıllardır 2-3 günlüğüne bir görünüp tekrar kaybolduğum bir şehir burası. Doğru düzgün görüşemedik, tanıyamadık birbirimizi. Sohbeti nasıldır, yeni gelen bir insanı nasıl karşılar, bana karşı nasıl bir tepki verir bilemiyorum, ve korkuyorum.. Reddedilmekten, kabul görememekten bu şehir’e..

Ama korku yetmiyor, hala yaklaşmak ve her nefesimde İstanbul’u hissetmek istiyorum ben. Her ne pahasına olursa olsun..Bu şehirde yaşamak.. bu şehri yaşamak istiyorum. 


Thursday 13 December 2012

Ege Sahillerinde Bekliyorum, Bir Türlü Unutamıyorum!


İlk Ege seyahatimiz 2011’de çok amaçlı turizm ateşesi olan sevgili anneciğimin aklından çıktı, dedi ki “Alalım eşyalarımızı bir ‘road trip’ yapalım bütün ege koylarını gezelim!” dedik tamam olur. Ayarlamalar yapıldı, butik otellerimiz seçildi, gidilecek koylar belirlendi, sıra sürücümüzü seçmeye  geldi.. Bu çok dikkat ve emek isteyen bir süreçti, sürücünün bizi doğru yerlere götürmesi ve her türlü baskı altında arabayı yine profesyonel bir şekilde kullanması gerekiyordu, bir de sol direksiyon hakimiyeti muhteşem olmalıydı! 8 kişiden 7si elendi ve geriye sadece tek bir kişi kalmıştı, o bütün taksi şoförlerini cebinden 100 kez çıkarırdı, kafasına tabanca bile dayanmış olsa sürebilecek kapasiitede olandı.. O o O sürücülerin kralı, yolların hastası Serhat Apakgün’den başkası değildi elbette!

Kafamızda deli sorular hayatımızda ilk defa böyle bir grupla böyle bir tatil yapıyorduk ve acaba nasıl olacak diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk. Aramızda kitap kurdu, araştırma hastası olan sevgili ablacığım Demet Apakgün olmasaydı işimiz harbiden boruydu ya orası ayrı. Arabamızı alıp başladık yolculuğumuza cd’ler hazır, tatilimizin tema müziği “Danza Kuduro” eşliğinde asfaltı ağlata ağlata yol aldık 2011’deki duraklarımız Alaçatı, Yalıkavak, Bodrum ve Gümüşlüktü. Biz ilk tatilimizden o kadar zevk almıştık ve Ege’ye o kadar aşık olmuştuk ki 2012’de Ege sahillerinin gidilmeyen koyları olan Cunda ve Foça’ya gittik tabi buna ayrı yeten Kaz Dağlarınıda ziyaret ettik. Her butik otele girdiğimizde herkes zevkten dört köşeydi, kelimenin tam anlamıyla seçtiğimiz tüm butik oteller muazzam güzeldi.

Gelelim bizi can evimizden vuran konumuza tabiki Ege yemekleri!!

Tanrım şimdi bile düşündükçe ağzımın suları akıyor ve bayılıp tekrar ayılıyorum. Öncelikle yemeklerin lezzeti anlatılmaz yaşanır ama anlatmayı denemekte fayda var diye düşünüyorum.
Benim tek sevgilim, olmazsa olmazım “Beyaz Peynir” le başlayabilirim sanırım, o denli güzel ki gittiğimiz restaurantlarda yiyorsa o garson o beyaz peyniri masamıza getirmemeye dursun, içimdeki canavarı dışarı çıkarır o adamı o deniz kenarında boğardım heralde.

Ege’liler domates’e domat diyorlarmış onuda oraya gidince öğrendim adamlar haklı tabi çünkü domat yedikten sonra bizim yediklerimiz domates değil hormondan çılgına dönmüş iğrenç ne üdüğü belirsiz bir yaratık olduğunu anladık. Benim beyaz peynirimi geçtik, her gece nerdeyse Balık yedik, rakı-balık’a hayır diycek insan tanımıyorum, öyle biride varsa zaten kendini gidip Empire State’den atsın bir zahmet. Tekirdağ Altınseri eşliğinde Mezelerin baş taçları patlıcan salatası ve Deniz böğrülcesi bunlar o denli muhterikaydı ki masamızdaki bazı şahıslar (Kendisi ablam oluyor) yedikçe yeyip garson’dan daha torpilli olmaları konusunda uyarıda bile bulundular!! (Tanrım hiç normal değil bu hareketler.) Her gittiğimiz yerde insanları kahkahalarımız, enerjilerimiz ve “yemek yeme kapasitemizle” şoka veya hayranlığa uğrattıkdan sonra geldik hikayemizin bütün Ege tatilinin en unutulmaz anına..

AHTAPOT BEĞENDİ:
Hünkar beğendi’yi herkes biliyor sanırım, buda ahtapot beğendi işte. Garson bize öneride bulundu bu yemeği bizde tamam dedik getir koçum bakalım.. O Ahtapot ortaya geldi.. benim gözlerimden yaşlar akmaya başladı masadaki herkes bunalıma girdi! Böyle bir lezzet olamazdı, hayır bizim bu güne kadar yeyip bayıldığımız şeylerin artık bir anlamı kalmamıştı! Artık imkansızdı.. o beğendiden sonra bir daha asla normal yemeklerden asla ama asla zevk alamayacaktık.. Bitmişti artık herşey.. Bu küçük hafıza kaybı ve bunalımdan sonra hayatımıza kaldığımız yerden lokma eşliğinde devam ettik.

Her tatilimizin sonunda, herkes madur ve herkes bunalımda oluyordu, herkes birbirini telefonda arayıp ağlıyor ve Ege’ye dönmek istiyordu. 1 Haftalık Ege bunalımından sonra her insanın hayatına devam etmesi gerektiği gibi bizimde hayatımıza devam etmemiz gerekiyordu.

Bir ada insanı olarak her daim deniz’e ve güneşe ihtiyac duymakla kalmayıp şu anda bu yazıyı -5 derecede dışarda kar yağarken yazmış olmam bana dahada büyük acı veriyor.. Ama peşini bırakmayacağım Ahtapot ve Beyaz Peynir sizinle tekrar birlikte olacağız.
Sevgiler..
Aç ama gururlu bir küçük Ege Sevdalısı...

Tuesday 11 December 2012

Olgunlaşmak.

Gecenin bir vakti yine uyku tutmamış, saat’e bakıyorum uyumak için çok geç uyanmak için ise çok erken. Sosyal medya çöl gibi kimse yok, dizilerde açmıyor.. başlıyorum 2007’den beri laptopumda kayıtlı olan şarkıları bir bir dinlemeye. Her şarkıda bambaşka anılar canlanıyor gözümde, gülümsüyorum ve düşünüyorum zaman ne kadar çabuk geçmiş, neler yaşanmış hayatımda..

Boşuna demiyorlar, müzik zamanın düşmanıdır diye. Bir anı’yı unutmak için harcanılan zaman aslında anlamsız kalıyor.. bir küçük melodi bütün anıları ve duyguları tekrardan harekete geçirebiliyor. Bir zamanlar hayatımın merkezinde olanlar şimdilerde sokaktaki bir yabancıdan farksız adeta. Sorguluyorum..Kimlere hakettikleri değerden fazlasını verdik ve kimlere hakettiklerinden azını verdik diye, gereksiz yere kaç kalp kırdık yada kırıldık. Zaman geçtikçe hayatımızdan çıkan insanların bizde bıraktıkları izleri daha derin ve yaşadıklarımız daha ağır gelmeye başladı..

İnsanoğlu da bu zaman’ın geçmesine çok güzel bir kılıf uydurdu adınıda “Olgunlaşmak” koydu. Neymiş efendim yaşayarak öğrenecekmişiz herşeyi, hatalar yaparak “olgunlaşacak”mışız. Peki soran oldumu acaba ben olgunlaşmak istiyormuyum diye? Belki ben hala umursuzca, hiçbir sorumluluk altına girmeden yaşamak istiyorum.. tek derdimin Cuma gecesi ne giyeceğimin olduğu zamanlara dönmek istiyorum. Belki benim ruhum bu kadar olgunlaşma süresinde yaşanılacakları kaldırmaya hazır değil. Ama yaşamak zorundaymışım! Bunu herkes yaşıyormuş, bana gelip söylüyorlar,” Bu altına girdiğin sorumluluklar ve yaşadıkların daha hiçbirşey daha hayatına kimler girecek, daha ne kazıklar yiyeceksin, ohooo dur bakalım.” Diye başımın etini yiyorlar, onların yaptığı beni yaşanılacaklara hazırlamak benim anladığım ise , “olgunlaşmak’ın” aslında “katılaşmak” olduğu.

Her yaşananla ruhumuzda yeni bir katman yapılanıyor, her geçen saniyede daha da katılaşıyor ve içimizi, insanlara istesekte açamıyoruz.. çünkü geçmişte yaşananlar ruhumuza bir duvar örmüştür ve o duvarı yıkmak artık çok zordur..  Bazıları o duvardan içeriye girmeye çalışır fakat en ufak bir zorlukta hemen geldiği gibi geri giderler, onlarla birlikte bir katman daha eklenir ruhumuzun duvarına.. 

Ne zaman ki biri gelip o duvarı yıkmak için elinden geleni yapacak, ve içimizdeki gerçek insanı ortaya çıkarabilecek o zaman tekrar mutlu olabileceğiz çünkü daha fazla üzülmemek için kendimizi kapatıyoruz ve sonunda mutsuz oluyoruz..

Herşey çok basit aslında, yaşananları geçmişte bırakıp önümüze bakmamız gerek, çok daha az düşünüp duygularımıza çok daha fazla kulak vermemiz lazım, düşünmeden sevmemiz ve tekrardan güvenebilmemiz gerek işte bunu başardığımızda ben “olgunlaştık” derim.

Hoş benim duvarım daha dimdik ayakta duruyor, inat ettim kıracağım duvarımı belki biraz zaman isteyecek ama elbet bir gün bende elime alacağım çekicimi vura vura duvarımı yıkıp “olgunlaşacağım.”! 

Sunday 9 December 2012

Hastalıklı İlişkiler.

Bir yazar aşkı ya yaşarsınız ya da yazarsınız demişti..
Peki bir insan yaşamadığı bir şeyi nasıl yazabilir ki? Aşk aslında ne demektir?
Kimilerine göre midede uçuşan kelebekler, kimilerine göre ise onsuz bir gün bile düşünememek, kimisine göre ise ‘Aşk’ diye bir şey yok..Aptallık!

Aslında bunu söyleyenler en büyük aşkı yaşamıştırlar, çünkü en büyük acıyı onlar bilir. Evet aşk aslında v
ücudun çeşitli yerlerinde gezinen bir hayvanat bahçesi hissi değil, gerçek aşk aslında acı verir.. çünkü ‘ insan kendisine değer verenden kaçar, eziyet edeni sever.’  
Ama birine tutulduğumuzda bunun farkına varmayız, herşey tospembedir ne zaman o en acı gerçeklerin yüzümüze  şlapp diye yapıştırıldığı an gelir ya, işte..
Düşünür dururuz, nerede hata yaptık? Yada neden bu kadar tutulduk?

Kafamızın ‘aşk’ yüzünden güzel olduğu zamanların bulanıklığı gittikten sonra bazı şeyleri kavramaya başlarız. Bir de bakmışız ki o ilişkide olan kişi biz değil aslında bambaşka bir insandır, dumur oluruz! Ben nasıl böyle bir insana dönüştüm diye kafada binlerce sorular dolaşır ama cevap bulamayız.
O tospembe zamanları tekrar bir düşüneyim derken yaşanılanların film şeritleri gibi gözlerimizin önünden geçmesi..  Sonrasında gelen kendi kendimize sövme merasimleri.

Çık çıkabilirsen şimdi işin içinden. Insan neden bu kadar mazoşist olmak zorunda? Neden hep zoru severiz? Neden hep acı çektirene gideriz?

Çekim yasasımı? Hiç sanmıyorum.

Kimle konuştuysam artık ‘adam gibi adam’ aradığını söyler durur, yada artık hayatında hiç kimseyi istemediğinden yakınır durur. Sonrasında ise duygulardan yoksun (tabiri yerinde olursa) bir öküze gider yine kapılır. Çağımızın hastalığı sanırım bu. Hastalıklı ilişkiler, gülümsemeden, mutluluktan yoksun ilişkiler. Acı çektirenleri çok çabuk affedip tekrar tekrar hata olduğunu bile bile kapılarımız bu hastalıklı kişilere ve ilişkilere açmak. Hastalık bu, başka bir şey de değil. Hayatta bir hatayı en fazla 2 kere yaptıktan sonra aklımız başımıza gelirken, ilişkideki hataları 100lerce kez yapıyoruz.
Peki bu hataları daha ne kadar tekrar edeceğiz? Ta ki ‘gerçek aşk’ dedikleri şeyi bulana kadar mı?

Sorular çok, cevaplar bulanık.
Benim bu sorulardan çıkardığım tek sonuç ise artık bu salgın hastalığın bir esiri olmak istememem.
Kararlıyım aynı hataları tekrarlamaycağım.

Olurda eğer bir gün beni bu hastalığa yakalanmışken görürseniz, olduğum yerden çekip alın beni ve tedavime başlayın, gerekirse orda olan bir sandalyeyide başıma geçirin! Yeter ki bu illete beni bir daha kurban etmeyin!
 

Thursday 6 December 2012

En Büyük Aşklar Havaalanlarında Başlar.

Senelerdir yılda en az 10 kere uçağa binen biri olarak, bu varsayımımım hala neden gerçekleşemediğini çözebilmiş değilim. Filmlerde olduğu gibi yanıma yakışıklı bir afet-i devran otursa, 4 saatlik yolculukta gayet birbirimizi tanımış olup devlerin aşk’ı gibi bir aşk yaşayabilirdim, onun yerine yaşadıklarımı buyrun siz okuyun. 

Kükreme Kralı, İngiliz’lerin medarı iftarı James Amca :

- Adını James diye tahmin ettiğim, elinde her İngiliz’de olması gerektiği gibi bir adet küçük cep kitabına benzer bayağı kalın olan bir kitap, gözünde zayıf gözlükleri, beyazlaşmış saçları ve gereksiz derecede rahatsız kıyafetleriyle amca yanıma çöker. Ve başlar konuşmaya, nerdensin? Nerde okuyorsun ? Ne okuyorsunda bla bla bla.. Gecenin bir körü olan uçakta uyukusuzluktan açılmayan gözlerim, uçaktan korkulduğu için alınan iki adet uyuku hapı ve konuşmayı bir türlü bitirmeyen amcadan kaynaklanan içimin şişmesi. Öyle böyle ilerleyen dakikalarda James Amca susar ve bende huzurlu bir şekilde uyuyup gözümü bir an önce İstanbul’da açma hayalleriyle gözlerimi kapatmanın hayalini kurarken, Amca başlar horlamaya, ama bildiğimiz bir horlama değil.. Mide adeta arka vokal’de, diyafram ikinci ses’te, genzi ise en yüksek notayı tutturmak için can çekişiyor, kafasıda bu senkronizeyle omzuma düşmeye başlıyor. Bütün bir yol ben uyuku haplarınn etkisine yenik düşemeden, İstanbul’a inene kadar böyle istikrarlı bir şekilde devam eder.. Ve James Amca ölümcül darbe’yi şu sözlerle indirir "Çok rahat bir yolculuktu, tanıştığıma memnun oldum".

Anadolu’nun böğründen kopup gelen Fatma Teyze :

- Istanbul’dan Kıbrıs’a İngiltere’den bağlantılı olan uçakta yaklaşık 2 günün yorgunluğu ve uyukusuzluğuyla artık evime gitmenin hayalini kurarak yerimi alırım. Telefonum elimde ve ‘UÇUŞ MODUNDA’ oyun oynuyorum. 45-50 yaşlarında bir teyze yanıma oturdu.. Daha uçak hareket etmeye yeni başlarkenden, yanımdaki teyze aynen şu şekilde kükredi.. "Siz telefonunu niye kapatmıyonuz?! Uçak senin yüzünüzden düşecek! Uçağın aletlerine zararlı! Kapat onu!" Siz ve sen’in karışımından oluşan kısa bir kimlik bunalımından sonra başladım anlatmaya ‘Hanımefendi gördüğünüz üzere ekranda gösterildiği gibi telefonum uçuş modunda, bir zararı olmaz.’ Ve taktım ipod’umu kulağıma oyunumu oynamaya devam ettim. Az biraz yanımda söylenmeleri ve beni hesapta ‘yanlışlıkla’ iteklemesini umursamadan yolculuğumuza devam ettik. Uçak havaalanına indikten sonra o teyzenin içinden canavar çıktı, yılların nefretini adeta üstüme bu cümlelerle kustu. ‘Kör olasıca! Hepimizi öldürecektin, şerefsiz, mendebur! Allahta senin belanı versin.’ Bir terörist damgası yemediğim kalmıştı oh onuda oturttu bana sevgili Fatma Teyzem.

“Londrez” Ibrahim John Green Amca:

-15 Sene’den sonra Kıbrıs’a gideceği için heycanlanan İbrahim amca yanında beslenme çantası gibi bir şey ile birlikte yanıma oturur. “Helleey caniiiimmm nerelisinng sennn?? Oww I live in London ama gidiom şimdi Cyprus’a yeğenciklerim var onları göreyim yeah.” Ve başlar hayat hikayesini anlatmaya, meğersem diyabetikmiş yanında ilaçları varmış. Uçaktaki yemeklere güvenemiyormuş, 15 seneden sonra ilk kez uçağa binmiş, bir hayli heycanlıydı ailesini göreceği için. Sevindim ilk önce adına, daha sonra amca pasifagresif çıktı, hosteslere “Uçak neden sallıyor?! “diye bağırmaya başladı. Afalladım. Uçak iner inmez sanki yangın varmış gibi koşmaya başladım “Maybe görüşürük kövde” dedi arkamdan çıkarken, allahtan aile tanıdık değildi yoksa vay halime.

Daha ne hikayeler var, binbir çeşit insan var zaten bu dünyada, 200 kişilik uçakta en dandikleri tabikide benim yanıma oturmak zorundaydılar. Nasıl bir çekim gücüyse çekiyorum üstüme bu vakaları.

Belki bu seferki seyahatimde yanıma Spartacus’den terk bir ilah otururda artık bu tezimi kanıtlayabilirim. Yılmadım ve yılmaycağım! Yine ve yeniden söylüyorum, En büyük aşklar havaalanlarında başlar, Dedim ! Olacak! 

Wednesday 5 December 2012

Futbol diye yazılır, aşk diye okunur.


Tabiri yerindeyse tam bir ‘erkek fatma’ olduğum doğrudur. Kız demeye bin şahit ister.Bizim kültürümüzde ise futbol sadece erkeklerin hoşlandığı veya anladığı bir spor olarak görülür. Bir kız sanki takım tutamazmış gibi futboldan anlayamazmış gibi önyargılarla dolu bir toplum.

Hatta bazı erkekler ‘pes’ oynayan kız, ofsayt bilen kız can’dır, evlenin onunla tarzı yorumlarda bile bulunmuştur. Sonrasında ise maçta söven sayan bir kız gördüklerinde ise sanki uzaylı görmüş gibi önce bir affallarlar daha sonra ‘kardeşimsin!’ tarzı yorumlara başlarlar. Garipsiyorum, hayır neden biz ahmakmıyız, anlayamazmıyız? Dellendim.
Ya da ‘Futbol’dan hoşlanan kız yoktur, futbol’dan hoşlanan erkeği etkilemeye çalışan kız vardır.’ Gibi bir deyim okumuştum geçenlerde. Palavra, tamamen erkeklerin kabullenemediği bir şey. Neden kabullenemiyorlar? Çünkü onlar futboldan anlamak zorundalar ve çoğu kız da futboldan anlamadığı için kendilerini ‘tek üstün’ gördükleri şeyin aynı zamanda bir kızında anlayabileceğini hatta kendinden daha iyi bir taraftar olabileceğini KABULLENEMİYORLAR!

Bu böyle kardeşim!
Erkeklerin durumunu geçtim, peki sadece önemli maçlarda en fanatik taraftar gibi görünen bayan arkadaşlarımız var onlara ne demeli? Hayır, neden yani ilgi çekmek için böyle saçma sapan yöntemlere başvuruyorsunuz ki? Gidin bir perende atın yolun ortasında ya da amuda kalkıp yürüyün, herkes herşeyden anlamak zorunda değil neden böyle oluyor anlamış değilim. (Böylelerin de ağızlarının ortasına ıslak odunla vurmak gerek ama neyse.. )

Kendimi bildim bileli futbol hayatımda büyük bir parça olmuştur, sevgili babacığımız sağolsun bizi gayet doğru yolda doğru takımla büyüttü.

Pişman değilim, futbol’u seviyorum ve doğrudur ki maçları izlerken biraz kendimi kaybediyorum, bu böyle. Artık çoğu erkeğinde bunlara alışması gerek bence.

Futbol’dan hoşlanan kız uzaylı değildir canlarım! Bilin istedim!
İlgi çekmekten hoşlanan bayanlar, allah aşkına sizde gidip kendinize başka bir uğraş bulun benim tepemin tasını attırtmayın!

Diyceklerim bu kadar! 

Monday 3 December 2012

Sistem'in Kuklaları..


Elimizle tutamıyoruz zamanı, nasıl geçtiğini bile anlamıyoruz, bir bakmıştık ki orta okul’dayız daha sonra lise şimdi ise üniversite hayatımızın neredeyse sonuna geldik.  Sistem böyle.. doğar yaşar büyür ve sonunda ölürüz. Peki yaşamak kelimesinin anlamı tam olarak ne? Herkese göre farklı bir çağrışımı var, bize öğretilen ise üniversite’ye gidip bir meslek sahibi olup işe girdikten sonra bir eş bulup evlenmek ve sonsuza kadar mutlu yaşamak.

 Bizim kararlarımızı hep başkaları veriyor aslında, “Bunu yaparsan ‘elalem’ ne der sonra? O yüzden bu yanlış.. yaşadığın hayat yanlış” "Başlarım elaleme!" dersin bir iki defa sonrasında ise bir bakmışsın ki o "elalem" senin içinde çok büyük bir yaşam sebebi olmuş, o "elalem" in yanlışına doğrusuna göre yaşar olmuşsun.. Kalk, okula git, sisteme uy, baş kaldırma, kurallara uy, gençsin yapmamalısın yada yapmalısın? Öyle bir sistem ki herkesin “Yanlış'ı” ve “Doğru’su” aynı olmalı.. Halbuki yanlış veya doğru aslında herkese ve duruma göre değişiyor.. gel de anlat anlatabilirsen bunu sistemin kuklası olmuş insanlara..

16 yaşındayım, ben “oyuncu” olacağım diyorum, etrafımdaki herkes daha ergenlik çağındasın hayat hakkında bir şey bilmiyorsun, ne istediğini bilmiyorsun diye geveledi, çocuk aklı, kandık…o zaman “Avukat” olacağım dedim, bu sefer herkes destek oldu. Peki neden kimse “Avukat” olmamı yargılamadı, neden sadece “Oyuncu” olmaya karar verdiğimde karşı çıkıldı? Ikisininde meslek olduğunu ve 16 yaşındaki bir bireyin bile gerçekten aslında “Oyuncu” olmak istediğini düşünmek bu kadar zor muydu?  Başarmışlardı işte sistem’e karşı çıkmadan en etkili beyin yıkamalardan sonra “ayakların yere basmalı” başlığı altındaki uzun süreli nasihat çerçevesindeki konuşmalar  ile birlikte paketlemişlerdi beni de yurt dışına “adam olmaya”, “altın bilezik sahibi olmaya”. Yurt dışına gelince, daha bir sarıldım hayallerime, daha bir güçlükle çalıştım, en azından bu “altın bilezik” olayını en kısa zamanda bitirip çok geç olmadan gerçekten olmak istediğim kişi olma yolunda ilerlemeye başlamak için.

Ve o “Altın Bileziği” aldıktan sonra da üzgünüm, ama istediğiniz gibi “Topluma yararlı bir birey” olamaycağım..
Sizin "yanlış" ve "doğru" larınıza göre yaşamaycağım.. Sizin bir kuklanız olmayacağım...  Olanlarada mani olmayacağım... Benden bu kadar.. Adios!